23 Ağustos 2012 Perşembe

babalılar.



led zeppelin - II
lou reed - transformer
primal scream - screamadelica
neil young - harvest
pink floyd - the piper at the gates of dawn
leonard cohen - i m your man
oasis - whats the story? morning glory
the doors - la woman
patti smith - wave
bob dylan - freewheelin'

en sevdiğim on albüm:


nirvana - nevermind
marianne faithfull - rich kid blues
pete doherty - grace/wastelands
morphine - cure for pain
amy winehouse - back to black
screamin' jay hawkins - frenzy
arctic monkeys - humbug
tom waits - rain dogs
bob dylan - highway '61 revisited
white stripes - elephant



gece gece karşı evdeki amca tv karşısında uyuya kalmışken en iyi eğlence..

17 Ağustos 2012 Cuma

kimin dölü la bu

ne saati biliyodum, ne güneşin durduğu yerden yaklaşık anlayabildim, ne de içerden gelen tv sesinde seda sayan' ın pepeliği vardı... insan uyandığı yerden saati ve yüzündeki yastık izlerini duyumsayamıyor.

ne var ki, hepimizin sabah karın ağrıları gibi yara izleri, yüzünü yıkarken lekeli aynaya manasız bakmaları, facebookta, twitter'da takip ettikleri  eski birilerinin varlığı olur. fakat gerçek kahvaltıya oturduğumda tv'deki şeylere bakıp, artık tv izlemediğimi; en son ne zaman tv'deki bişeyi izlemek için kendimi ayarladığımı düşünmemle alakalıdır hep.. sonuç hatırlayamamak hep. ortak hafıza=tv, kişisel hafıza=sosyal medya belki de...

yine de böyle zamanlarda kahvaltı masasında catal yerine kaşık ile oturmanın bile bir anarşisi oluyor. en azından çayı kupada içmenin babaannenin kafasını karıştırması bir gerçektir ve film olabilir.

ama derdim hiç bu olmadı.. jenerasyon çatışmasına emsal olan filmlerin en iyisi bence ken park'tır. orta batı ailelerinin sapına kadar rednek olduğunu anlatması filmin en güzel yanı. harmony korine' in taşaanı yiyim ben... değişen süper kahraman filmleri arasında ise batman hepsini döver. sonuçta seksenler ve doksanlarda dövüş sanatlarıyla büyülenen izleyici artık van damme' ın dövüştüğü ninja kılıklı kötülerle değil, kurgulanmış kötü bir düzen ile dövüştüğünün farkında. bunun için elimizde dizayn edilmiş güzel silahlar olmasına gerek yok, bir de öyle filmler var; artık dünya kurtarmak değil, allahı, kahinatı falan kullanmak gerekiyor; insanları tek atışta pantolonlarına yapışan küle çevirebilecek silahları geçin... ki ben ne zaman  batman' de tom hardy' i görsem aklıma nolan'ın bu işleri gerçekten mükemmel bir şekilde şu andaki dünyanın ahvalinden kurguladığını hissettim.  zaten gotham diye bir yer yok iken; orayı ortadoğunun savaşı haline getirip dışarıyla bağı kopartmak fikri epey mezku!
doğu hepimizin doğrusu ya da yalnışıdır. batı ise şu günün facebook'taki "belki" butonunun kararsızlığıdır zaten. ve aleks törnırın dünyası burasıdır, abi ver anahtarı park edeyim, sen de keyfine bak.

[...]

facebook'lu, sosyal medya'lı şeyler konusunda bu dünyada en tuttuğum iki nsan charlie brooker ve josh harris'dır yeri gelmişken bunu da anlatayım.. brooker' in  hiciv yeteneği kesinlikle broudliyard esk ya da zizekyen değildir. keza josh harris' in de öyle. bu dünyada bazı insanlar gerçekten sadece tavana bakarken ya da ergenken azar işitirken travmalardan sıyrılmak için bir yere odaklandıklarında düşündüklerini gerçekleştirmek için yaşar. bende bazen bu insan sayılabilirim. aileme bir yahudi gibi düşkünlüğümün yanı sıra, anneme olan materyalist nefretim beni her daim penisi ile beynim arasında bir kaç formdan oluşan olimpiyatlara zorlamıştır. bazen penis' de düşünür diyorum ve oidipalliğe selam çakıyorum. (ben kötü okunmuş froydyenlikten ve oğuz atayı keman ve piyano dramatizeliğine indirgeyenleri öldürmek için yaşamaya da varım aynı zamanda)


neyse charlie brooker' ın sosyal medya üzerinden yola çıkarak yazdığı black mirror dizisi de kesinlikle batman ile ilgili bahsetmeye çalıştığım kötü karakterler meselesinde bir tık ilerde. hatta abartıp zamanın ötesinde bir alegori bozumuna şaitlik ettiğimi bile iddaa edebilirim. özellikle national anthem kısmındaki "gerçek sıradan insan" ın tasviri olan sıradan kötümüzün meselesinin aslında ne olduğu değil, medyanın ve sosyal medyanın ahlak değerleri üzerine gitmesi brooker gibi düşünen benim için çok özel anlar. tv'de çıkan o ortak hafızayı bozan bir kötümüz vardı dizide. ve bunu yapmak için kitaplar dolusu şey okumamış muhtemelen...

yine de dizinin epikliğine yapabileceğim tek eleştiriyi şöyle anlatabilirim;
bir şarkı seversiniz, şarkı devam eder, son bir dakikasında outro' da ya da introsunda canınızı sıkan bir enstruman dizgisi olur. ama şarkının geri kalan kısmı sizi büyülemiştir. YETER DE ARTAR. DOYARSIN.

mesela öyle bir şarkı biliyorum:

the clientele - k tam olarak bu şarkı.. gerçi başı öyle ama. aynı şey. ya da belki babyshambles albion da öyledir.

ne diyordum unuttum. herneyse şuna gelicem

josh harris 'i biraz araştırın. meselenin özü o. belki televizyon ışığı, belki ışığın avizede kırılarak duvarlara gökkuşağı yansıtmasına bakarak eleştirilere ve travmalarına kulağını kapamış falan bi adam. pseudo' yu kurmuş. en iyi kaynak we live in public belgeselidir !


ben de keşke öyle olabilsem. küçükken bana bağırıp çağırdıklarında sürekli telefonumun tuş kilidi ile uğraşırdım. göz teması yapmaktan kaçınır, sonra sevgilimi arayıp; kendime mazlumu oynadığım başka bir facia kurgular onu anlatırdım. örnek vereyim dur kafan karışmasın; ne okuldan kovulduğumda fazilete, ne evde ot yakalattığımda ayşemayşeye asıl sorunu anlattım. ailem bana bağırırken kaçar dururdum, bazen yuda' ya bazen homeros' a bazen de işte duvardaki takvimdeki günleri hatırlamaya..

8 Ağustos 2012 Çarşamba

john cameron mitchell


bu adamı o kadar çok seviyorum ki.. gaspar noe ile depreşen her erk kişinin bilinçaltındaki homofobik duygularımı bastırması da cabası oluyor...

edvard munch

bazen yaşadığım şeylerden zorlanıyorum. annem ve babam epey yer kaplayabilen mahlukatlar. bildiğiniz işgal etmişler..

eskiden bi gün, babam eve gelmişti ve annem dışardaydı o gece... o yüzden de demokratik olur ya her şey, yeni bir hükümet gelmiş gibi hisseder herkes. bende temizlikten sorumluydum, nadiren yıkadığım bulaşıklara elimi atar atmaz telefonum çaldı, kardeşim kitabi bir kibarlıkla tutuyodu kulağıma telefonu, iş birliği gibi..

"zaten durulasan da aynı, iki su daha dökerim yıkarım daha kolay"

dedim anneme...

babam ise, eve gelmiş; hep yaptığını, televizyona bakmayı seçmek yerine, bir elinde kullanma klavuzu yeni aldığı telefonunun özellikleriyle uğraşırken, odadan nokia' nın türlü türlü melodilerinin sesi suyun akıntısıyla karışık yarım yamalak duyumsanıyordu. babam çok sessizdi o gün ve ekran resmi olarak edvard munch' un scream tablosunu seçmişti.

4 Ağustos 2012 Cumartesi

hissiyatta kuşlar gibiydim

çok güzeldi çok. evet. ve ben bundan çok sıkılıyordum. kuşların gittiği yönü bilmeden doğru yere varması gibi birbirimize takılmıştık. hissiyatta kuşlar gibiydim, o gitti de yine böyle kaldım.. paraşütler, balonlar, uçaklar vızır vızır, bulutlar yerden baksan şekil şekil. curnatamız olsa, utanmam sorardım kuş gibi karga gibi.

"olm ben aşık olmaya diye yükselmiştim. sizin ne işiniz var şu havada?"

yaz gelince sıcaktan usanıp, sinirli ve yüzü terden parlamış olarak kar yağmasını bekleyenler gibi merak ediyorum. sonra yakın arkadaşlarım ayrı ayrı yekpare bi ses duyuyor!

DAHA NE KADAR GÖÇECEM ULAN!

ben cana ve dağa yakın oldukça, sakallarımın, tırnaklarımın uzamasını, yakalarını kirlettiğim gömleklerimi daha da hararetlendiriyorum. o sırada, onun metrolarında diller değişiyor, tüyleri ve akşamları sonbahara yaklaşsa da uzamıyor, cascavlak bacakları, çiçeklerin nedensizce güzel kokması gibi enfes kokup; bazı günler orda burda benden de ondan da habersiz bir yerlere çarpıp, muhtemelen morarıyor. üstelik bir de gündüz güneşinin güzele vurmasından öte, güneş ile müzakereler edip, onu yörüngesine alması gibi şeyler oluyor, HİÇ Bİ ALLAHIN KULU DA şu dikkafalı, seni öven, seni bilen, seni yaşayan halime "dur bilader nereye gidiyosun hop" demiyor. yaş haddinden emekli etmiyor, garanti kapsamı dışına almıyor.

ben bilsen, nereleri bulur giderim. seni sevme derdinde beşbenzemezim, hem seni ben sevmezsem, kimsenin elinden sevmek de gelmez yüzüncü kere dedim bak!

31 Temmuz 2012 Salı

oluyor öyle şeyler vol bilmemkaç

insanlar kendi kendilerine yetebiliyorlar buna eminim. mesele yine de, ısrarla, hırsla, mahallelinin el atmasıyla falan kalpsizce yatağa gelince ne oluyor hala anlamıyorum. çünkü dicle' yi hayatım boyunca kabullenemedim. çekici değildi, güzel memeleri vardı fakat sadece o kadardı. onun dışında beyaz çorap giyen, sürekli, telefonu seslideyken dahi elinde tutan kızın tekiydi... ne zaman onunla birlikte olsam, sabah kalktığımda, güzellik denen şeyin bana kendi koşullarını veya kurallarını dayattığını ve artık kadınlara karşı besleyemediğim kardeşlik, arkadaşlık duygusunu beslemem gerektiğini hissediyordum. dört başı mamur arap saçı.

evet neyse. sine ergün' ün iki öykü kitabı da canavar gibi gerçekten.

tı şits so fakin bold, ay kuld stir it vit a mol!

dün gecenin bi yarısı, merihle ne konuştuğumuzu, sonra şivayla nasıl buluştuğumuzu, ayağımın ucundaki bardağın neden kırık olduğunu, hangisinin gökhan hangisinin gürkan olduğunu, hangi ünlüye benzediğimi bir de marc ribot' nun basscısının türkiyede ne işinin olduğunu da hatırlamıyorum ve anlamıyorum.

keza anlamamak ile hatırlamamak arasındaki bu eş durumundan tayin tadındaki tatlı karmaşanın sıklıkla başıma ekşimesine rağmen; niye bu kadar içtiğimi, her içtiğimde deliler gibi ayyuka dinleyerek ordan oraya coştuğumu ve koştuğumu da ANLAMIYOR VE HATIRLAMIYORUM.

mekap vitçyuuu

bi adamın bana "kum fırtınası varsa, istediğin kadar parlak ol; görmezler" dediğini

aynı adama başka bi yerde "genellemeler iyidir, insanı konuşturur. herkes hikaye anlattığı için yalnızca 'iyimiş hacı' diyebiliyoruz. oysa 'en güzel renk mavidir' desem, sen karşılığı olarak 'hayır turanj' diyebilirsin" dediğimi

teyzeme "teyze param yok bana para yollasan ya" diye ağladığımı

dedemin "ağlamayana emzik yok" söylemini anımsadığımı



bir kadına "boşver bunları, zaten sende bir zaman geçtikten sonra çoluk çocuğa karışıp, onlara kızamadığın zamanlarda annen ya da babaannen gibi mutfak işi yapıp, gaipten bir ses gibi çocuklarına söyleneceksin" diyip terk ettiğimi

bir de queens of the stone age' i eskiden pek de sevmediğimi hatırlıyorum.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

unutur giderim

hayatım boyunca müzik ile hayatımın en net karşılaşması şu yargıda vardı:

"hayatı falan anlayamadığım sürece en sevdiğim 10 tom waits şarkısı hep değişecektir"

ne zaman hayatımda "loop" olan bi tom waits şarkısı olsa, sanki o şarkı 10 yıl falan evvel değil de, iki buçuk dakika önce kahveyi taşırıp ocağı mahfetmem üzerine ya da terliksiz ve bodoslama daldığım banyoda çoraplarımı ıslattığım bir misafirlik dalgınlığına yazılmış gibi yakın hissederim. bazen de the heart of saturday night' ı dinlerken, yanlış kopya çektiğim günler gelir aklıma. yanımdakinin kağıdına bakmayı dahi beceremedim, becerebilseydim zaten liseyi dışırdan bitirmeye gerek kalmazdı. o da eski anılara ithaftır. green grass' ı sevdiğim zaman hayatımdaki ilk sevgilimden ayrıldığım zamandır. ilk kez istanbul - antakya arası uçarken hold on çalıyodu. jockey full of bourbon' ın ilk hikayesi, amerikadan fötr şapka ile dönmem, ikincisi ise bir oturuşta koca bi tabak jim jarmusch yememe dayanıyordu. (o da "ben sinema okuycam lan sikerim" falana)
benim için bunların hiç biri tesadüf değildi. ama daha evvelleri yoktu.

tak, kendiliğnden başladılar, yumruk gibi olmak böyle bişey galiba.


zikerim hayatım iyi durumda.


en sevdiğim tom waits şarkısı şu aralar i'll be gone' dur. ölmeyi istemesem de, bu ara bu şarkı yüzünden,  dünya bir jöle kutusu gibi olmuş, sıcaktan hareketlerimiz yavaşlatmış gibi hissediyorum. fakat buna rağmen evimi yalnız taşıyabilirim. hatta diğer taşınanlara da yardım etmek istiyorum.

bu şarkıyı bana ilk defa galiba fırat dinletmişti. fıratı hiç sevmem. şarkıyı anlamamıştım zaten. mesela, ilk defa everything you can think'i de hala anlamıyorum. ama kesin zamanı geldiğinde o da vurur bi tarafıma...  bu arada fıratı seveni severim. hatta burak' ı epey severim.

velhasıl insanları kafalamak kadar kocaman bilen bi adam olmak en büyük gayem.

ben jacques rainier, tenten saçlarım çoktan beyazlamıştır.

bazı bazın, insanlar kendi hayatlarını yaşarken bi anda nasıl sükse yapabiliyor onu anlamaya çalışıyorum. bazen insanın birini bıçaklaması, tekme tokat allah ne verdiyse girişmesi, yürürken ayağının tam ortasına oruçlu sinirli teyzelerin basması, yılbaşı ikramiyesi gibi bir şey olabiliyor. kendi hayatımdan anladım gibi gibi. en azından yazıldım kursuna gibi gibin.

bu doğrultuda kadınların hiç biri, ama gerçekten hiç biri, bir erkek tarafından diktatör olamayacaklarına inandırılamıyor. ve o kadınlardaki anaç sevgi, saygı, "benimkızdançokerkekarkadaşımvardır" triplerinin yanında erkeklerde olmayan kardeşçe davranma yetilerinin de aşkınlığı dengesizliği daha da arttırıyor. ki kadınların çoğu, kişilikleri ve yaptıkları arasındaki mesafeyi harkulade kurabildiğinden olacak, erkeklerin bir kısmı, içten içe boks ringindeki öteki boksöre bakıyormuş hinliği besleyip duruyor. hayatta en büyük nükteleri ve hikayelerin sahibi büyük bir adam olmasam da, en nüktedanları dinleyip, izleyip, okuduğumdan sanırım yolumu biliyorum sanıyorum. fakat, sükse yapacak kötülüklerle mutluluğun rahatsız ediciliği yanyana gelince işler iyce garışıyor.

YORUMU BİRRRR!


damlasal saatler diye bir şey uydurduğum bi kaç gün, birine aşıkmış gibi yaptığım günler sayılabilinir. ona hissettiğim şeyi aslında bir kaç kitap kabına, yere öylece çıkartılmış iç çamaşırına ve "hacı bura serinmiş, zaten yılda bi geliriz" gibi samimiyet dolu bi yerin eksikliğine duyduğumu fark ettiğimde böyle şeyleri benim dışımda yapacak kişinin bu videodaki  çocuk olduğunu anladım.


şimdi bir kaç gün sonra hayatımızın en güzel günleri falan tadında, marşmellow süfer günler varmış gibi davranmaya devam edeceğim, atay' ın da dediği gibi güzer şeyrer birden bire orur.!

11 Mayıs 2012 Cuma

Unutmadan..



Geoff Farina' nın solo albümü epey kötü. Zaten şu adamın akustik gitarı böyle çalmasını kaldıramıyorum... Epi topu iki adam daha bulup, delikanlı delikanlı jazz' a devam edecekti bildiği gibi. Ama solo albümlerindeki Sufjan Stevens'vari havayı epey lüzumsuz görüyorum. İşin garibi müzisyenliğini beğendiğim arkadaşlarımın çoğu da bu herifin solo işlerini epey teknik buluyor. Bi tek bana mı aptalca geliyor acaba Geoff Farina' nın böyle kırılgan takılması...



Rufus' a Mark Ronson yüzünden çok bel bağlamıştım fakat ne yazık ki Mark Ronson bütün bahislerini Rufus' un en iyi bildiği, yaptığı şeye yani vokallerine yatırmış ve ortaya şekil bütünlüğü açısından diğer Rufus albümlerinden farksız bir şeyler çıkmış. Halbuki bekliyordum ki, arada Ronson vari motown'lar serpişecek, azıcık Stevie Wonder vari aranjmanlar olacak, ve Rufus o "ozan" kimliğinde atmosferinin ekmeğini yemekten, müzisyenliğe geçiş yapacak... Olmamış epey hayal kırıklığı oldu benim için, hatta bir noktaya kadar dinleyebildim. Bitirene dek canım çıktı...



Jack White' ın albümü epey 'catchy'. Bazı şarkılar o kadar pop ki, insanın hayatına kenar süsü etkisi yaratıyor. Biraz daha delirseymiş iyiymiş. Gerçi tüm enstrümanları kendisi çalmış, müzikal formunda kompoze etmiş, bu açıdan bakarsak, önemli bir meziyet. Tek tek şarkıları düşündüğümde, çok büyük müthiş, epik bir etki yaratan bişey olmadı bende ama, genel olarak bence albüm iyi bir tez gibi. Solo albüm barikatını darmadağın ederek, kendini yeni bir şeylere kanalize eder bu adam. Hem üstelik daha 30larında olduğunu da düşünürsek neden bir Danger Mouse & Daniele Luppi tadında büyük bir kolabrasyon atağı gelmesin ki? Bakalım bu yaz bir de dinlemeyi düşünüyorum rast gelirsem Jack White' ı..


Norah Jones yine harika vokalleriyle uçurtma gibi sarhoş yapıyor adamı. Atmosferi var albümün, öyle orda burda tüketmeye çalıştığınızdan sevmiyor olabilirsiniz. Güzel bir bisiklet turu ya da vapur açık alanı tahsis edin kendinize bu albümle beraber. Sözler oturaklı, Jones ve Doğu Amerika popu... Gerçi not olsun, Danger Mouse' un armoni dizgisinde bir şeyleri artık bozmasının zamanı geldi. Her şey formüle edilmiş gibi hissettiriyor rhodeslar vesaire. Bir Norah Jones şarkısını çok rahat Black Keys, Broken Bells ya da Gnarls Barkley şarkısına benzetebiliyosunuz artık..


Beach House yine çok çalışmış. Her albümde olduğu gibi yine bişeyler ufacık da olsa traşlanmış, bi dokunulmuş. Evrim geçirmiş ve güzel güzel devam etmiş. Hatta şaşırdım da, Heaven or Las Vegas tadında bir albüm dinletiyorlar size. Buram buram Elizabeth Frazer balladları. Ki bence bu iyi bişey... Aslında böyle türü içersinde kendini eviren gruplara epey saygı duyuyorum. Fena bunaltıcı olsa da özene bezene yaratılmış bir atmosferi var bu albümün, insanı yalnız hissettiriyor, lodos estiriyor; terletip yine de hasta ediyor. Çok zor işler. Uzun yıllardır tarzım olmamasına rağmen Myth' i attım ipoda bol bol dinliyorum. Aklıma yine bi sürü cinlik hinlik kinli şey gelmiyor da değil...


 Bu ara bunlar dışında sürekli funk toplamaları dinliyorum. Bitanesine de epey saygı duydum, "modern funk compilation" diye aratınca çıkıyor sanırım. Mark Ronson reyizin Just' ını bile koymuş eleman.

Onun dışında,

Lanie Lane diye bi abla var bi süredir. Kız Black Keys coverlamış o kadar kullanışlı yani. Belki büyüyünce çok ünlü olur.
Bir de solo albümü var geçen seneden kalma aslında. Like Me Meaner' ını çok seviyorum. Bol bol dinliyorum. Az kulaklayın.

Onun dışında Dylan'a, Cash' e, Nirvana'ya, Cramps'e, Green'e  ve elbette Arctic Monkeys' e devam. Bitirmeyin müziği...

(her gece aynı sıkıntı) şimdi aslında bugün mü oldu yoksa yarın mı olacak?





az biraz yürüyünce aşağıdan dandun vuruyorlar. mutfağa girdiğimde içerisi haylayf ve küf karışımı bir şeyler kokuyor, her şey biraz daha ölmüş. gürsel ticaret' in verdiği 2012 takvimine bakıyorum, tarihleri aygünaygün yemişiz. plan da yapamıyorum, ki sayfayı yırtarsam, planlar yapamayan bir ezik gibi görünmekten korktuğum için sanırım sadece tarihlere bakıyorum öyle kalıyor... ki zaten hepsi daha da ölülemişler; gökyüzü falan gözüme çarptığında, eğer yakalayabilirsem tepede güneşi yine de anlıyorum ki aslında epey geçmiş oralardan da.. yaşlı ağaçları andırıyor gökyüzü ne zaman baksam.. sonra alıyorum kaşıkları abanıyoruz dondurmaya..

oğuz ile evimizin orta yerinde kocaman bir plazma var, ve plazmaya bağlı bir laptop. gerisi kan revan çer çöp... sözümona digiturk alacak, bütün "süper final" zırvalığını beraber izleyecektik ama kimse davranmadı... allahtan final four başladı. bilgisayarı bağlayıp tivibudan takip ediyoruz, gizli gizli spanoulis' i seviyoruz ama pana'lıyız ve barcelona sanki buraları ilk defa oynuyormuş gibi oynuyor. navarro ikişer üçer kaçırıyor, ivkovic' i takımını verimli kullandığı için hiç mi hiç sevmiyoruz. zaten o da pana'yı sevmez... takımımız da beklediğimiz gibi cska'ya elendi, sinan erdem' e de gidemedik üşengeçlikten. ama gaza geliyoruz "olm yarın basket" diye kanı kanıma, eli omzuma gidiyor. bu herifi epey seviyorum. hayatımı kurtardın diye geçiriyorum bir kez daha. sonra dondurmadan sıkılıp, pringles' lara, rakılara abanıyoruz. yine.

hayat bana bu sıralar memurlar gibi davransa da, arada güzel şeyler oluyor. bazen telefonda ayşemayşe ile kavga etmek, benden nefret etmesi "bütün ilişkimizin bitmesinin sebebi sensin" demesi, az biraz da olsa, belki de sırf peyotenin tuvaletinde bana oral seks yaptığı için cansu' ya şirinlik yapmak ve duygu ile zor zamanlarımızı paylaşmak bana kendimi canlı hissettiriyor.. bir de oğuz ile oturup nba play off'larını izlemek ve hisarüstündeki en iyi fadeaway' ci olmam da epey takdire şayan. bir de şimdi dergileri de aradan çıkartıyorum. her gün en az bi 15-20 dakkasını tekrar tekrar izlediğim oslo 31 ağustos altyazı'ya, anneler gününde adını anmak istemeyeceğimiz anneler listesi de bant' a. melikşah bana atarlı galiba. oslo 31 ağustos, izleyip ağladığım tek filmdir.

bu arada gezegende spurs inanılmaz gidiyor. hele üçlük yüzdemiz içsahada inanılmazdı. üstüne bir de memphis clippers serisi uzadıkça uzuyor, bizim çocuklar zaten yaşlı, bol bol dinleniyor... oğuzun new york' u ise çoktan miami'ye havlu attı, bir de baron davis sakatlandı ki, feci pozisyon. nba live serilerinde en sevdiğim guardlardan bu adam artık büyük ihtimalle yok artık. boğaziçi civarındaki arkadaşlarım artıyor, benimle basket oynamayı seven insanlar olduklarını sanıyorum. memleketlim alkor ile arada görüşüyoruz. bana anlattığı bazı şeyleri dinlerken ona baktığımda bazen ajdar'ı tvde popstar'da ilk defa izlemiş gibi hissetsem de, gevezelik yaptıkça, sıkıntım geçiyor. ki olaysız olaysız evlere dağılıyoruz. gözlüklerim gıcır gıcır, gömleklerim her daim ütülü. giyim konusunda idolümün mark ronson olduğuna karar verdim. sağolsun ayşemayşe.. sahada ise liseli kendimim. yine...

hatta sahaya çıkınca bazen çok hırslı oluyorum onu fark ettim. hele karşımda streetball tribine girmiş adamlar olunca salon basketbolunun pis adamı oluyorum. bizimki gibi ülkelerde salon basketbolu streetball'dan daha serttir çünkü streetball' ı oynayanlar genelde zengin çocuklarıdır, paran yoksa lisede klübe girmen gerekir basketbol için. klasik. salon basketbolu ayrıca bir sinirbozum durumudur. karşındaki adamlara karşı belli kurallar içinde davranıldığından genelde kendi kendini kontrol etmen de gerekir, streetball'da istediğin zaman adam dövme özgürlüğü var diye sanırım herkes birbirine papatya gibi davranır durur. basketbolda arzunun karanlık nesnesi... ayar durumlar... ki bi de savunma oyunları yoktur streetball'da temas vardır. bende epey güzel baldıra okkalı diz atar denge bozarım, turnikeye çıkarken dizi dirseği kaldırırım, denge bozarım. yaparım da yaparım. ah bir de arada dikkatim dağılmasa... dikkatim dağılınca şu animelerdeki gibi oluyorum. sanki herşey duruyor.

bu ara yine metin eloğluladım. oğuz tansel' e mektuplarını yayınlamış yky bir solukta okudum. keşke sinemacı olarak tek yapcağım iş metin eloğlu' nun hayatını falan çekmek olsa. bakın tekrar söyleyeyim, metin eloğlu ne ece ayhan ne cemal süreya ne turgut uyar'dır. flaneur'dür. bi tek o'dur bunun orjinali türkiyede. şiir yazmaz, kalbi şişer, o da acısını dindirir. ece, turgut, cemal' in işi gibidir. bunların arayınca şıp diye bulacağın en az yüztane berbat şiiri vardır. resmi ideolojiye hizmet.. metin' in askerliği bile beş yıl sürmüştür. adam bildiğin askerliği yakıyor arada... asıl metini de ekiyorum nicedir. yaklaşık on gündür tek yaptığım sabaha kadar izlemek ve okumak ve lastfmdeki müzisyen sayfalarına sarhoş olup uzun şeyler yazmak... yaşadığımı anladım çünkü: oğuz ile saatlerce geyik yapabiliyoruz. en iyisi de o, hiç bişeyin zorla olması gerekmiyor. ne yalan söyleyim herşeyimi de o karşılıyor aslında.

şimdi farkettim de, amma naifleşmişim. hayattan korkuyorum gibi. gerçi insanın en güzeli kendi dizinin dibinde yaşayanı galiba. bakınca görünüyor zaten millet zaten bir yol tutturmuş gidiyor. kimi otuzbir çekiyor, kimi yakın gözlükleri takacak kadar büyük, kimi yeni sevgilisine aşık. olmayacak şeyler değil, olmayacak şeyler hiç olmuyor zaten özünde.

kısacası, uzaktan iyi giyiniyor, iyi şut sokuyor, sahada dövüşüyor, çok okuyor, istediği yere yazıyor, istediği karıya çakıyor, üçlüğünü ve almancasını geliştirse iyi olur bi insanım.

ama yakından nasılım o konuda epey sıkıntı. hiç girme...

23 Nisan 2012 Pazartesi

hacinin bir günü

tolga' ya, 

benliğin hareket eden katmanları... varsa eğer,  aramızda pay ettiğimiz bi kaç gb'lık müzik arşivi ya da sana devrettiğimi sandığım yatağın öbür tarafı. hop şimdi.




hacinin bi günü


herşey dünden yalnız biraz daha ölü
kapıyı kırarım olm bak, 
ödemeler ne zamandır alman hesabı? hem
bu ne zamandır benim evim değil? hop
bende bozuk var öderim çayı kahveyi. tamam dur.
ve herkes kendi suyunu içmeli. (kurşuna dizmeli bokları)

ha şu var, biraz el, kol, dirsek yediğimden 
böyle zifirilikte kalemi tutamamak mı hak hukuk
yoksa
şimdi kaldırdım elimi, beni fark edeni 
ne sen sor ki sensörmüş, 
ışık yanıp birazdan söner
ki durmayan şu zenci müziğinde
demokrasi, tevvekkül ve o meşhur şapka
kimbilir kim kime kime 

kapının ardından duydum ki çektiği kupa bacağı, 
bir de aşağıdaki dairedeki kaçan golü umursama
şimdi uyumamaya sakız çiğneme zamanları
öyle olunca da işte şeytan diyordu ki bas zile kaçma 
dur orda.

bi daha gelemeyeceğim yer bura

o yüzden burası güzel,  herşey burda 


bi daha gelemeyeceğim yer bura
o yüzden burası güzel,  herşey burda 



bi daha gelemeyeceğim yer bura

o yüzden burası güzel,  herşey burda 


bi daha gelemeyeceğim yer bura
o yüzden burası güzel,  herşey burda 

bi daha gelemeyeceğim yer bura

o yüzden burası güzel,  herşey burda 


bi daha gelemeyeceğim yer bura
o yüzden burası güzel,  herşey burda 




22 Nisan 2012 Pazar

june & johnny vs jane & serge

1- johnny, june için on mil yürür. serge ise jane için yürümez, sigara içer.
2- johnny june ile yaşadıkları ilişkiyi halka mal eder, serge ile jane ise şarkıda sevişir.
3- june herkes için norma jean dir, jane ise marilyn' den farklıdır. imite edilemez.
4- cash hank williamsçıdır, serge screamin'ci.
5- cash silah sever, serge para yakar.
6- cash, ray' i güldürür; serge ise ray ile birlikte güler
7- cash june istese onun için oduncu bile olur, serge ise bourbondan vazgeçmez.
8- serge, etniktir, coni %100amerikan. o yüzden johnny ismi ile anılan müzisyenler arasında karışıp gidebilir, serge ise "serge reyiz"dir. serge ile jane dedin mi herkes tanır; june ile johnny dedin mi ise bi durup düşünmek gerekir.

ama en iyisi ibrahim tatlıses hacı.

 tatlıses ve üç çocuğunun annesi perihan savaş.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Merih'e giden kosmos gemisinde turistler yeryüzüyce yazılmış şiirler okuyacak.


 zenci müziğine inanmalıyız.


uzun uzun konuşmalarımızın üzerinden, uzun uzun birbirimizin yüzüne bakmadan, neden birbirimizi sevdiğimizi anlamadan, üşüyüp kötü türkiş indi grupları eşliğinde vakit geçirmeyeli, sevişirken morphine falan dinlemeyeli yüz yıl oldu o turuncu kızla. beni ona bağlayan osmanın ona verdiği pavement cd'si değildi, belki yüzyıl sonra beni büyümüş gören deniz' i ufak kafesinde görmemiz, feistin bizi mutlu etmesi, beni öpmesi olabilirdi. ya da babamın yakın arkadaşı fırça bıyıklı has antakyalı mehmet ve ufacık tefecik halleriydi. evet öyleydi, bir de koynundaki gül memeler turunç olmuş kokuyordu... şimdi bile ne zaman taksimde yürürken turuncu saçlı bir kız görsem sırtında çantalı, takış şekli onu andırdığında, bazen tekrar yanımda olmasını isterim öylece.

bu hayatta en sevdiğim reçel gibiydi merih. ne zaman biraz sıkışsak ufak bir alanda, ağzıma bir parmak çalıyorlardı sanki ondan. damağımda kalıyordu; keyfim yerine geliyor, insanlarla iddalara giresim, kavga çıkartasım ya da murakami okuyasım geliyordu. sonra bunları babama anlattım, bana "e tabii aranızdaki şey birazcık aynı gelenekten gelen ailelerden olmanızla alakalı dedi" ama şimdi hiç konuşamıyoruz bi süredir babamla...

allahtan babam hala sağ, gerçi metininki de sekiz gün evvel vefat etti. dün indik cihangire en ucuz sirkeleri yudumlayıp konuşuyorduk metinle. eloğlu değil, basbayağı dost'tur metin. naciyede gözü yoktur. benim ise gözüm bazen çimleri arşınlamış, o yere kaydı. saç yemek üzerine dibe vurup vurup yükselir, bodler gibi hisseder hissetmez ardından ayşemayşeyi arayıp yolda kendimi normal hayata adapte ettiğim o zamanları düşündüm. şimdiyse, üst komşunun çocuklarının gürültüsünden kurtulunca kitap okuyarak gerçek hayata adepte oluyorum sanırım.

"alo, naber? naaptın bugün?"

"hiç sınav hazırlıkları işte, dersane şu bu. sen?"

"hiç bende arkadaşın yanındaydım. içtik biraz. beni özledin mi? "

"evet.. eve gelmene de az kaldı. ne getiriceksin bana?"

belki de tüm konuşmayı, tüm o günleri hatırlamamın en büyük sebebi, telefondaki kız istanbula geldiğinde her şeyin bambaşka olacağını, istersem fıredrik vays' ın üzerinden smaç bile vurabileceğimi, istersem hegel' i bile anlayabileceğimi, şutumu düzeltebileceğimi düşünmem falandı... yani her şey inanılmaz ötesi daha iyi olacağını bilmemdi. oluyodu da.. ikimiz yanyanken meyve tabağındaki en pahalı meyve gibi ya da karvır öykülerindeki nadir kazanabilen adamlar gibi hissediyordum kendimi. son kalmıştım ya da ömrüm gitgide uzuyordu. en güzel filmler benim için vardı. hava benim için tatlı tatlı merihi estiriyor, sıcak yakmıyordu. ama telefon yüzüme yapıştığında sıcak oluyordu.

bu rutin güzel günlerin geçtiği zamanlar, sakin' in dağıldığı zamanlardı, biz o sırada merih' in güzel odasında oturmuş spotify'den müzik dinleyerek onun boynunu yiyorduk, biliyodum o da beni bi şekilde seviyordu, ama en sonunda iki kişinin arasında kalmışlık; vicdan, muhasebe, muhakkeme veyahut merihin içindeki mukaddes hanım teyze kendini gösterdi. kocamandı. boş bulunup bir şeyler söyleyince yatağından kovdu. sarılmadı bile o gece. hayatımda hiç bu kadar rahatsız hissetmemiştim.

sabah oldu, evime döndüm, trt binasının arasından geçerken en iyi dostlarımdan seda'yı aradım, seda ya danıştım. bir ton küfür yediğimde, bu içersinde bulunduğum geçen günlerin, gecelerin bir şekilde "hayat" diye bişeyi oluşturduğunu, bu "hayat" denen şeyin böyle yaşanmayacağını falan öğrendim seda'dan. ama ip kaçmıştı elimden, merih.

eve döndüm, bir kaç gün sonra mezuniyet konuşması vardı ayşemayşenin. ve hiç bişey yazmadığından uzun uzun konuştuk. vantilatör belime belime vurdu. hiç adil değildi, internette konuştuğum insanı beklemem gerekiyordu, halbuki download'ları bile bekleyemiyordum.


neyse işte, bu merih'i hepiniz bir gün tanırsınız. benim de oturmaktan kıçım uyuşur. eğer ben o yaz merih' i tanımasaydım, muhtemelen dünyada hiç "solcu bıyıklı amca" kalmama ihtimali yüzünden şu ana kadar hiç tanışamazdık. roni margiüles bile ölürdü... ama elbet tanışacaktık. çünkü mehmet' in eline doğmuştu merih. mehmet babamın en iyi arkadaşlarındandı ve türk kahvesi en güzel onun mekanında galatasaray maçı izlerken keyif veriyordu.

11 Nisan 2012 Çarşamba

bu gün geride kalmış olabilir, fakat gece daha yeni başlıyor hadi istek başına





sırtımı doblo' nun hafif yumuşak koltuğuna yaslayıp, "herkes tam" olduğunda kapıyı kapatınca memurlar, kalorifer sıcağıyla beraber her şey en içerdekinden az biraz daha iyi hale geldi. en azından "beton çeker" ya da "memur bey çiş" gibi bir yerde değil, herkese yerin olduğu bir ekip otosundaydık, slowturk çalıyordu ve "bekleme yapma ticari" diyen memurun sesini içerden ilk defa duyuyor, şehre bir soldan kırmızı, bir sağdan mavi yayıyorduk. mavi fulya, kırmızı ıhlamurdere, mavi eski evim.. oradaydım.. ve en güzeli bütün gece boyunca bir kaç eski dönem sezen aksu şarkısı çalarken, içeri ilk adımımı attığımda oradaki iki adamla, üç ettiğimizi o adamların ilk hallerinin down by law'daki john lurie ile tom waits gibi olduğunu hatırladım. her şey en kahperengi.

adli fotoğrafım pek afili olmadı ama canon 500d yi kullanmak konusundaki inceliklerden konuştuk memur ile. garip olan, sabah on' a kadar tutulacak biri olsam da, gecenin dördünde ayağımdaki bağcıksız ayakkabılarla (çünkü kendimi içerde boğmamdan korkuyorlarmış) olay yeri incelemeye gitsem de, ve yol boyunca memurların "nisan geldi hala hava..." tadındaki sıçık geyiklerini dinlesem de; bütün gün boyunca "iyki yaptım bunu lan, rahatladım oh" gibi hissettim ve duvara bir şeyler yazdım. en önemlisi de içerdeki beş adamın arasında, suçu en ağır olan ve en ufak olan bendim.


[...]
çetin eski dostum ve eski evimde uzun brunchlarımın ekürisidir. morphine dinleyip, esrarengiz bay kartaloğlu yazıları okuduğumuz epey gün olmuştur. sonra işte, hayat devam etti. doktorayı bitirdi, ben okulu bıraktım. kıtalar her yıl birbirine bilmemkaç santim yaklaşmaya, vudi elın yeni film çekmeye, cüneyt özdemir haftada yazdıgı yazıların ortalama %70inde başlangıçta "başbakan" demeye devam etti. ve aslında bu sırada başka hiç bir şey olmadı.

bi kaç gün evvel alpleri izledik. yorgosun ilk filmi kinodontası da beraber izlemiştik çetinle. ve epey sevmiştik ve ben epey sonra fark ettim, ben küçükken evin içinde uçan balonu tavanda unuturdum. ama bunu bir filmde kullanmadan evvel, tırnaklarını yiyen adamları koymalıydım. lakin ben sinemadan vazgeçtiğim günlerde, tırnak yiyen bi sürü karakter olmuştu sinemada. neyse en azından babam hala sağ.

ardından aksanatta, esrarengiz bay kartaloğlu ile kontempırori ile alakalı az muhabbet edip aşağıya bez çanta almaya inmiştim ki, iksvde çalışan eski sevgilimsi o insan dürttü. "bana festival için gönüllü bul" dedi, nesli hala çok güzeldi. akça pakça bir yüzü, konuşurken leziz şekillere giren rujsuz ama kızılcık dudakları, göstermek istediğinde, mermerşahi bir bez parçası ile bile ortaya çıkartabileceği ideal memeleri vardı. hep vardı yani bunlar, bir de kışın dırdırı, beraberken yanında köpüklü ve alkol kokulu işediğimde dahi kendimi yanında pis/yetersiz hissettiğim kibri de hala var.dı. içeri girdim, konuştuk; en sevdiğim yönetmenlerden olan brillante mendoza' nın geleceğini söyledi, işi ayşemayşeye ayarladım ki bu aslında, bir sene evvelki festivalle alakalıydı. çünkü aslında ikibinonbirde de hava çok soğuktu. yine yaşça büyüklerin "bu zamanlar yaz gelirdi, küresel ısınma ama hala..." diyerek dert yandığı günlerden otobüsleri, dolmuşları ve sokakları yaşıyorduk. sofia coppola' nın yeni filmi gelcekti ve eve gitmeyi beklediğimiz bir vakitte, yanında betty blue gibi kocaman bir çanta ile gelmişti ayşemayşe. sonradan anladım, bizde kalacaktık bir süre. çünkü okul tatildi ve aileler bilmiyordu; biz ise msn in facebookun en sevinçli smileyleri gibiydik.ve ayşemayşe festival gönüllüsü olacaktı. istiyordu.

akşam oldu, ayşemayşe siyah saten geceliğini, jartiyerini giymiş, muhteşem varlığını hissettirerek cascavlak bacakları ve topkuklularıyla hemencecik önüne geçmişti şarkıların... ama yine de  bazen böyle zamanları düşündükçe rape me' dinleyip bütün gece hasetimden otuzbir çekesim geliyor. ilk defa o gün bileğimde yaza ait olmayan kışın soğuğu kelepçedendi. ve hiç soğuktan buz kesmiş ayakların sevişirken dizlere değdiğinde yarattığı vicdan muhasebesi gibi değildi. ona ait olmak ya da olmamak. hatta daha çok olmamak bu gün. güneş kendini göstermezken hemde.

[...]


sabah oldu, az uyumanın değil de, "kalk gidiyoruz" uyandırılmasının huysuzluğu vardı üzerimde. barodan birilerinin aramasıyla başkomserden kahve bile isteyebiliyordum çünkü annem gözünü korkutmuştu. iyice açığa çıkıyordu kodes insanı olmadığım, tabii gizlice soktuğum kalem ve kağıttan kodese bir daha illaki tekrar girebilecek potansiyelimin olduğunu, okuldan kovulmam, üniversiteyi neredeyse bırakmamdan yola çıkarak kafamda canlandırabiliyordum. ve hiç bir şey, bu dünyada kinatay kadar sevdiğim öteki film olan bir zamanlar anadolu' dada ki gibi gelmiyordu. çünkü hayat falan filandı.

sonra adliyeye gittik, avukatım çok kral adamdı, sigaramı yaktı, iki fırt aldım polis içeri sokmak istedi. o an fark etmedi ama ayağına bastım sinirden, ardından "dur yaaa" diyince bir kaç saniye daha bekledik. gergindim. gerçi içerdeki bazı kelimeleri aquapark' a gitmiş gibi yabancı karşılasam da, annemin işleri hep böyle yerlerdeydi ve korkmama gerek yoktu. biliyordum, burası okul formasıyla beklediğimiz o günler gibiydi temelde. kardeşimi düşündüm, yaza az kaldığını, güneş gözlüklerimi, marsilyayı düşünüyordum ki tam o an ayşemayşe beni basmışcasına geldi. yanında sinem vardı, ikisine zafer işareti yaptığımda coni keşi oynayan joain finiks ve cim morisını oynayan val kilmır dışında aklıma kimse gelmez olmuş, elimdeki kelepçeler canımı yakıyordu ki bir de kafamda körtkobeyn in de filmi yapılsa lestdeysten ziyade kimin oynayacağını düşündüm ve karar veremedim...geri yüzüne baktım,  bana siniri yüzünden belliydi. ama vaktince ona yeterli zamanı veremediğimden ve galiba ondan evvel "sen tolgayı sev, benden daha kaygısız, benden daha dertsiz olursunuz" dediğimden midir nedir tolgayı seviyordu artık. where did you sleep last night gibiyiz. o yüzden hiç bi şey artık öteki kelepçelerin soğukluğu ve air eşliğinde değildi. bu kelepçeler varsa genelde türkçe pop çalıyordu... ve ayşemayşenin çağlayan adliyesinin parlayan karolarından görebilirsem bakabilirdim bacakarasına.. ki istemiyordum.


mahkeme salonu ne antakyadaki gibi, ne to kill mockingbirddeki gibi ne de stvdeki gereği düşünüldü'deki gibiydi. çağlayan adliyesiydi burası. epey büyük... beraat ettirildiğimde dışarı çıkarken kemersizlikten götümden düşen pantolonum ve sırtıma attığım ceketim ile ayşemayşeye baktım, yalandan özür diledim, polisten eşyalarımı aldım ve muratla ve karara sevinen diğer kodes arkadaşlarımla sarılıp helalleşip vedalaştım, döndüm arkamı "venayvız cısta beybi maymadır toldmi saan olveyzbie guudboy donevır pıley vid gaaan" diye şarkı söyleye söyleye adliyeden uzaklaştım. insanlar bana azıcık gülüyorlardı.


haa bu arada, eve gelir gelmez güzel memeli sevgilim beni terk etti. eve döndüğümde görüşmek istedi, simitsarayına gittik, çeşmesuyundan iğrenç bir sade türkkahvesi yudumlarken "ben sana aşık olmak, seni değiştirmeye çalışmayı denemek istemiyorum" dedi ve hesabı ödemeden gitti.

1 Nisan 2012 Pazar

Rufusu stüdyoda bastık


bu hayatta en çok taklidini yaptığım üç insan; birisi dedem, diğeri rufus wainwright ve en sonuncusu da basket oynadığım zamanlarda iverson'dı. arada muz yiyerek temizlikçinin odamda unuttuğu paspas ile joy division jogger'lık yapmış olabilirim ama,onu geçelim. neyse taklit olayının bitmesi, sakatlanıp basketboldan uzaklaşmam, dedemin ölmesi, taklidini yapmanın üzücü bir olay haline gelmesi ve artık kimseye dönüp "laykarmaniiii... o maygat dizizleonırdkohın" demememle paralel olabilir. ya da çok ciddi bi insan olmuşumdur.

oha hüznün dibine vurdum. "i'm going to a town that has already been burned down" kısımları da kenar süsüm olsun.

neyse rufus evladı yeni albümü için mark ronson ile çalışmış. şimdi tutupta mark ronson' ın benim için yerini anlatmaya başlasam, sanarsınız ki bu blogu yazan adele ya da amy winehouse. amma lakinki öyle değil, şurda annelere perde asan adamın hasıyım.

video burada;




yine ronson' ın parmakları değmiş, şu oğlanı morrissey halinden çıkartıp biraz daha esaslı delikanlı gibimsi gibimsi yapmış bile olabilir. eğer öyle değilse de orkestral müziğin dünyayı ele geçirmeyeceği bir 2012 olcak yine. ronson denemiş olacak ama olmayacak... klipte de helena bonham carter var.

bir de ronson'dan koyayım, prodüktörlere inanınız.

31 Mart 2012 Cumartesi

kendimi şekilsiz hissetmem.







hüseyin kıyar' ı sevmem, benim modern bir insan olarak aynı zamanda ayşemayşe' nin boncuk ötesi, başka boyutlu, başka gerçekli, başka anlamlı, başka kürt açılımlı, başka kopenhag kriterli, başka hidayetli, başka fransız  mallarına boykotlu, başka en güzel on hareketli gözlerine baktığımda hissettiğimle pek eşdeğer değil sanırım. ama hisarlı ahmet güzel kitap. ayşemayşenin gözleri inanılmaz. diamantidisten bile komple. halt etmiş.

sabah uyandığımda, tolga' nın über grubu halimden konan anlar konseri olduğunu biliyordum. asıl mevzuu, konsere giderken, kalbimin ayşemayşeyi gördüğümde kadıköy balonu haline dönüşmemesindeydi. o yüzden hisara indim, hisarüstünde az biraz kahvaltı yapıp kızları kestim. planım, birini bulup, konsere davetiyeli girerek onu etkileyip, ayşemayşenin güzel saçlarını, gözlerini, kalçalarını, ağzını, benlerini, yanaklarını, gıdısını, kollarını, ellerini,  kokusunu vesaire duyduğumu ayşemayşeye hissettirmemekti. yani bugün açtık taksimetreyi ayşemayşeye çalışıyoruz.  ilahi şans yanımdaydı ki, screamin jay hawkins dinlerken bi kız yanaştı yanıma. aslında yanaşmadı. yanımdan geçince, ben ona yanaştım ve "saatiniz kaç?" diye sordum. çünkü hepimiz aynı yalnıştayız, kulaklıklar yüzünden hayatımıza setler, çitler, tansu çiller falan çekiyoruz. sonra da onlarda boğuluyoruz. halbuki, öyle olmak zorunda değil. kız bana saati söyledi, 4-5 dakka muhabbet ettik; ona büyük memeli güzel sevgilimden bahsettim, güldü ve "ne kadar çok konuşuyor ve ne kadar çok şey biliyorsun" dedi. çünkü elimde koccaman sandvic vardı ve buna rağmen hayatımı anlatabiliyordum.

sonra akşam üzeri olmaya başladıkça, ben planı yapmıştım. bu kızın numarası cepteydi; postentelektüel olarak evrimsel bir bilgi sürecinden geçtiğimi sanıyor, çayı ve kahveyi şekersiz içiyordum. johnny cash bile korkabilirdi benden artık. ya da hüseyin kıyar.

ama tabii ben eskiden şut stilime de bu denli güvenirdim. 


sonra duygu' yu aradım. uzman duygu. ona "konser var benle gelsene" dedim, sallamadı pek. ama en azından bir çay, bir bira, bir caprisun vesaire içebileceğimizi söyleyince "hıı zaten ben çayı kahveyi şekersiz içiyorum byes jnm" gibi bişey dedim. ama hala kalbim kadıköy balonu gibiydi. hatta o kadar kadıköy balonu idi ki, memeli sevgilim yoktu ve  cm01-02 de quick game açıp PSG' yi ikibinlerin başındaki futbolun gerçeklerinde kaybolasım vardı. başladım, tsigalkoyu transfere koyuldum ki, o sırada bir yandan da kendime erkekliğin sınırlarını vincent gallo ve  izzet günay arasında koyuyor, alexa chung kadar güzel bulduğum kızları sıralıyor ve ayşemayşeye kirsten dunst' un üzerindeki elbiseyi yakıştırıyordum. ama nafile. spagetti her zaman beni kurtarsa da spagetti western tavrım beni hiç kurtarmadı şimdiye kadar.   akşam oldu. korkma olm, git bi atm' ye telefon faturanı öde, o kadar numara var; eskiden numaralar kayıtlı bile değildi, üstelik walkmen vardı ve nba'de üçlük atan çok az uzun vardı diyerek kendimi teselli edip yettim kadıköy vapuruna.


vapurda tabiiki de yine kız kestim. yani kesmesem olmuyor artık. kitap okumak, geceleri acılı çiğköfte yiyip oğuza "olm bunun etlisi yok ya hayat etlisini yiyene ve o hayvan kontratıyla rashard lewis'e güzel" demek ve kız kesmek hayatımın merkezinde. hı bir de çaktırmayın aslında bunlar ayşemayşeyi özlememenin tezahürü olan altkümeler.

kestiğim kız ilginçti, elleri garipti ve kısa saçlı olduğundan sanatçı gibiydi. işin güzeli, benim karşıma oturur oturmaz benim aynadaki yansımam gibi hareket ediyordu. ilahi bir yansıma, dante' nin soyadını bilmek gibi. ailgheri ve allesandro del piero. 

neyse, kız hararetle ipoduna dokundukça dokunuyor. bende kendimi sırf onun yansıması gibi hissedercesine, bende dokunuyorum ondakiyle aynı model ipoda böylece aynamsı bir şekilde, modern hayat olarak bir auroboros yaratıyoruz. tabii onun bundan hiç haberi yoktu çünkü o kadar yüksek sesle müzik dinliyordu ki, ben karşısında duyuyordum. funk şeyler vardı ipodunda ve bacakları EPEEEY güzeldi ki o yüzden çıkarttım defterimi bir  not yazdım. ama veremedim (hiç üzülmeyin bu kesişmeler gecemizin %3 lük bir atraksiyonuna eşdeğer olduğundan bende üzülmedim) 



duygu, aradı; ben o sırada hüseyin kıyar' ı müthiş keyifle sevmeye devam ediyordum ki, yanına çağırdı, gideyim dedim. arkaodada bugün sevdiğim çalan tek şarkı dan bejar' ın destroyer' inin kaputt' uydu. kaputt' u duyunva annemi aradım "bana bilet alın, yanınıza gelcem" diye. çünkü sion'dalar. annem de "oğlum yine garipçi şiirleri okuyorsun değilm i?" dedi...

o sırada duygunun hissettiği şeyin  herşeyi bırakıp onla sevgili, arkadaş, mandal, vandal, vandam falan olabileceğim üzerine olduğunu anladım. söz uçtu, yazıyorum... ben düşümmüyorum. hakkaten o "düşünmek" dedikçe aklıma ümmü gülsüm geliyordu. nedense "düşümmmüyorum" falan gibi diyordu. italyan futboluna benzer risksizliğine karşı midem bulanıyordu. hayatımda hiç boza içmedim. ya da bi kere içtim belki ama nedense bu kızın havasını, alımını, çalımını bozaya benzetiyorum. malsef.


neyse o sırada özcan hıyarı vardı yine dicey sette. berbat şeyler çalıyordu. allahım foseptik çukuru gibisin, hatta screamin jay' in çirkin 150 çocuğunu doğuran anneler gibisin. ivrenç


sonra işte konan konserine gelmeye başladık. kapıda ayşemayşeye özel yaptığım kalemi verdim. yeşil kalem sevmişti bi keresinde, paramız yok diye alamamıştık. sonra o yeşil kalemin sıfır yedisinin içine sıfır beş bir sistem koymuş, o kalemin aynısını yapmıştım. kısacası üzerinde 0.7 yazan ama 0.5 olan bir kalemi vardı. sentimentalliğim bir yana, cool' um ya, ismimi yazmıştı tolga kapıya, yine 302 kere "afskere git" şakası yaptım konser başladığında. başlamadan evvel de up the bracket çalıyordu, ozan geldi aklıma. bu şarkıyı yüzyıllar boyu coverladık... ama ayşemayşeyi gördüğümde hayat bambaşkaydı. gerçekten diyorum, böyle gözler olamaz. sinem vardı yanında, arkadaşı. iğrenç bi tayt giymişti, onun da memeleri harikaydı. arada yanıma geldi sinem "iyi misin?" falan diye sordu, az biraz da yakındı. bende ona "bana bu kadar yakın olunca memelerinde bana deyiyor, ereksiyon oluyorum" dedim. ama hakkaten, ortamda bir provakatör gibiydi, teomanın hayatına müdahale eden magazinciler misali sürekli bi dürtüklüyordu beni. bana hayatın güzel olduğunu, ayşemayşe ile ayrıldığımızı söylüyordu duruyordu. sonra dayanamadım, sinemle,  sırf ayşemayşenin gözlerine bakmak için kavga ettik. ki o kavgaya kadar onu aslında hiç rahatsız etmedim. sonra tolgaların gitarlarının en gürültülü, cızırtılı, sonic youth'lu çaldığı anda, konser mekanının görevlilerinin bile müdahale ettiği bir şekilde dışarıya çağırdım ayşemayşeyi. artık pete doherty' im. ya da michael jackson sahnedeyken fırlayan jarvis'ten bile ciddiyim!!! dediğim gibi o kız bana hiç yanaşmasaydı bende ne ona ne de ayşemayşeye yanaşır, rahatsız ederdim. etmedim de... ettiysem de, şu alkışlarla yaşıyorum falandaki komikli videoların başındaki anket sorularının insanı rahatsız etme potansiyeli kadar etmiştim. hüseyin kıyar gerçekten harika. sonra aşağı indik. hayat gerçekten sokaktaydı.

önce x' i gördüm, ayak üstü laklakladık. beni öpseydi yüz dakika bile öpebilirdim, dudakları gerçekten güzeldi. ince ve köşeli. ama sanki çok zevksiz bi insan x. sütyeni, külodu falan... neyse,  sokak o kadar kalabalıktı ki zaten x benle laklaklamasaydı da hiç biyere gidemezdi. ki "hani len röportaj" diye sorduğunda sanki birisi ensemden aşagı kocaman bi buz kütlesi atmış gibi oldu da, biraz afalladım...

sonra prates' in şutunun hakan şükür' ün kafasına değmesi ve gol olması gibi mucizevi şekilde, karşıma vapurdaki kız çıktı tekrar. dünya küçükmüş ve 27 yaşındaymış. adın neydi unuttum. ama sana dedim "al bu kağıdı, bi gün kahve içmek istersen takılalım" ararsan buralardayım hacıt.


ekseriyetle kavgalar devam etti, arada öptüm, saçlarını yedim, kokladım. sütyeninin kopçasına dokunarak hangisini giydiğini tahmin ettim... ben senin gözlerinin içine bakmak için herkesle kavga edebilirim ayşemayşe. spartaküsün körk daglısı, kiç flemenk sineması, isviçre maçındaki alpay. kim olursa... sen beni sevmeye devam et, bütün bu karmaşayı düzeltecem bi gün. belki yani. o yüzden beni bugün öptün ya, kazara ölürsem cennete falan gidebilirim. 


fotoraftaki adam, screamin' jay. bu da jarmusch filminden bi şey.

30 Mart 2012 Cuma

Allah - Las



lakayit "haha grubun adı allah'lı abi" gibi bi giriş yapmayacağım. yeni bu çocuklar bi tane 7''lik plakları var, onun dışında hiç bişey yok görünürde.

surf rock amcam gibidir. bir zamanlar iletişim böyle leylego değilken, pazarlarımız onların evinde geçerdi. cine 5-teleon falan izlerdik.amcamın kebabı, yengemin salatası, deniz manzarası güzeldi. insan sırf bu yüzden bile pazarlarını sevebilir küçükken. bir de babam bira içerken epey cool olurdu. sonra kendilerine nokia bi cep telefonu aldılar, bir pazar iki pazar "olm bırak şu telefonu da gel bizimle otur" diyorlardı. fakat en acısı bilgisayar eve girince oldu. kardeşim ile kuzenim iyi arkadaş olduğundan bilgisayara oturmamı engelliyor, kapılarını kitleyip showtv' nin sitesinden barbi bebek giydirme oyunu oynuyorlardı. bende sıkılıyordum. hayır, eskiden cine 5 olan, teleon olan artık digiturk'te ve zilyon tane kanallı olmuştu ama pek sarmıyordu beni. daha çok telefonun sarı ışıklı ekranına dadanıyor, oyun oynuyor saçma sapan mesajlaşmalar yapıyordum. sonra artık kebaba hiç gidilmemeye başlandı pazarları, bi gün anneme sorunca da bastı paparayı "e olum gidiyoruz sen odaya, kardeşin odaya çekiliyor ne anlamı var?" dedi ki zaten surf rock diye bi bok bi tek tarantino filmlerinden bahsedenlerin ağzında kaldı.

babam demişken, hep zayıfmış. öyle 40 yaşından sonra göbek de yapmadı. fit adam, benden daha güzel giyinir, benden daha güzel bıyıkları vardır. ingiliz müziğinin ingiliz müziği olduğu zamanlar falanken, dedem bunu solculuk yapmasın diye ingiltereye kaçırınca yerinde görmüş olayları da. eli de boş gelmemiş. epey dinlemiş, ama okuldan sonra, herşeyi bırakıp memlekete dönüp esnaf olunca, erkek damarı tutarak c86 falana şafak sezerli komedi filmleri muamelesi yapmaya başlamış. bana ilk dinlettiği albümler arasında beach boys' un surfin' usa, lou reed' in transformer, tom waits' in the heart of saturday night albümü, johnny cash' in san quentin kayıtları ve onun söylediğine göre al green' in bi albümü varmış. yani hakkaten onüç yaşında falandım ve babam epey cooldu. smiths dinlemiş, smiths'i görmüş; joy division falan görmüş ama amerikan müziği sevmiş bi adamdı hep. ama al green' den dinlettiği albümü, dinletti mi dinletmedi mi onu hiç hatırlayamadığım için, ve son telefon konuşmamızda "bu ara al green dinliyorum" dediğim için yazıyorum zaten şu anda. belki o yaşlanıyor, üzücü. belki ben unutuyorum. üzücü. neyse, şimdilerde emekli ve sion' da olduğundan daha duygusal ona yorayım.. en azından nick drake, echo and the bunnymen ve manics dinliyor diye bu kanıya vardım. geçen konuşmamızda da bu şarkıdan bahsettim ona. seveceğini söyledim. "sörf rak ama günümüz müziği" falan. ama malesef hayatım boyunca hiç onun kadar cool olamadım.

neyse, şimdi bu şarkıya cevap bir şeyler de atar.

nevermind, güzel memeli yeni sevgilim ve bez ayakkabılı mekan tasvirleri



sabah kalktığımda aklıma "evde yiyecek var mı?" "elmander iyileşti mi?" ve "lan bu kadar grup var, acaba bu kadar dinleyeni gerçekten var mı?" soruları geldi. bununla paralel tavanı izlerken, yeni sevgilimin ne zaman geleceğine, ne zaman sevişeceğimize kafa yormaya geçmiştim ki bi anda, nirvana' nın mtv unplugged' ının başında cobain' in "this is off our first record most people don't own it" diyerek about a girl' ü çalmaya başlaması eşliğinde bugünün insan gürültüleri, mekanların tıkış tıkış yarı açık yerlerinde rüzgarın etkisiyle üzerime gelen sigara dumanı ve bilmemne ep'lerinin bilmemkaçıncı şarkılarının iğrenç noise gürültüsü de peşinden takip etti. ki yüzümü yıkamadım daha, ayılamadım. ayılınca kesin yıkarken yine "acaba sakallarımı mı kessem" diyeceğim. tarihe not.

geçenlerde bir kaç arkadaşımla yukardaki dumanlı, bugünün insan gürültüleri  ve iğrenç indie müzikleri arasında otururken özcan "abi sen yeni şeyleri nasıl bulabiliyosun?" diye sormuştu. bende biradan yudum almadan, rahat bi şekilde "peki sen suck it and see' yi kaç kere baştan sona dinledin yaraam?" diye cevap vermiştim. hatta bozuldu azıcık da. çok içtiğimiz bi zaman değildi daha. bunu yapan insanlar, bez ayakkabı-skinny pantolon ve kalbi kırık raksıtar morisey cenahının en önde gelenleri olunca epey değişiyorum. her ne kadar sekizyüzelli bin tane grup bilseler de, sağ bek' te hasan şaş' ın oynadığı, oray eğin' in jüriliğe soyunduğu ve osman durmuş' un sağlık bakanı olduğu zamanların çaresizliği gibi... dubstepci kızlarla yatmak, zaman geçirmek falan zaten epey ilginç. masada 3 tane de kız vardı, ikisi çok çirkin diğeri özcanın sevgilisiydi o yüzden galiba daha çok şey söylemedim.  boşverdiydim ki erkekleri de bıyıklarından tutup, tekerlek icad edilene kadar dövesim geliyor. ya da bokları kurşuna dizmeli. zaten hava demokratik, saat 15.40 civarları.

herneyse..

başımdan geçen şu anki bütün bu yirmi saniyelik bulanıklıkta, pencereden sızan rüzgar ve uçak sesi geçip gidene kadar ki kısa eşikte bile rahatlıkla söyleyebilirim: drain you' nun nevermind' ın sekizinci şarkısı, polly' nin a yüzünün son şarkısı olduğunu ve nirvana' nın çok büyük grup olduğunu bilen bir doksanlıyım ve sevgilime ödemeli attım, dört buçuk gibi burada olacağını söyledi. bütün bu yazı bu yöne kayar ama sakinim. müziği sikeyim.

açtım gidiyorum nevermind' da. hala acayip sıkı albüm. ayşemayşenin bacakları gibi. cascavlak.


bu arada dün bir kez daha anladık, orlando magic götüm gibi takım. benim de erkeklik damarım kabarıyor yine. uçaklar da geçmeye devam ediyor.

Alabama Shakes


Soul, R&B, Rhytm and Blues’ un hayatımıza bir nebze Black Keys ile geri dönüşü, arkaoda peyote gibi yerlerde en azından Fugazi' den güzel şeyler dinlemeye başlattı bizi. Geniş kasa Heritage’ ların tekrar çalınabilinir olması ne güzel. İşte böyle bi grup olarak gerçek Alabamalı grup Alabama Shakes’ de mütevazi girişini yaptı yapacak. Keşke abansalar.

Hikayeleri yine sıradan görünümlü ama  ufak bir yerde psikoloji dersi alırken tanışıp “Bowie gibi saykodelik şeyler çalalım!” diyerek başlamış. Ama mümkün mertebe 2000ler grubu olarak Torrent'e abanıp, zenci müziğine takıldıklarından sound değişmiş... Ki Jack White’ ın da ilgisini çekmiş olacak ki bu Amerikan sound, Mayıs turuna hemencecik dahil etmiş onları. Ve kariyerleri,  9 nisan’ da plak şirketi  ATO’ dan çıkacak ilk albümleri ile süsleniyor. 12 şarkılık Missisippi yakınlarından Çam sakızı çoban armağanı. Ardından albümü Avrupa’ ya büyük-ulu şirket Rough Trade dağıtacak. Albümden evvel çıkan Hold On EP’lerindeki 4 şarkıdan özellikle  Hold On ile şimdiden lastfm’lerde, Facebook’larda, Ipod’larda falan yer kaplamaya başladı. Paylaşımlar dönüyor

Şimdi solistleri Brittany Howard’ ın zamanı tam olarak olmasa da, o Sister Rosetta’ dan, Otis Redding’ den James Brown’dan  etkilenerek tütsülediği yanık şarkılarını söylemeye devam etsin böyle iyi, mesela ben çalarım bundan sonra bu çocukları. Arkalarındayım.
Mesela bu epey güzel. Albümden.

29 Mart 2012 Perşembe

Jack White' ın Albümüne Az Kaldı!



şuraya şu başlığı atıp, reset magazine, avaz avaz dergisi falan tadında bişey yazıp tadımızı, gazımızı kaçırmış olabilirim. gerçi biraz gerginim, kız hala gelmedi ve bacaklarım uyuştu aynı şekilde oturmaktan. şarkıdaki kız ruby amanfu. ve ter kokuyorum, o yüzden güzel memeli duygu kız gelmeden duşa girecem.

jack white, anılarıma gelince; eski evimde bir white stripes posteri vardı. büyüdüğüm ev. aslında hala var ama işin komik yanı, artık amcamlar yaşadığı için o odada küçük kuzenim bersu kalıyor. bersu hiç bi posterime dokundurtmamış. ama yanlarına judas gökhan kadar sevdiğinden sanırım lady gaga posteri falan asmış. ha white stripes posterini eski kızarkadaşım almıştı. müthiş güzel, uğruna carla bruni' yi reddedeceğiniz, tanrının yudaya cevabı ya da zeus ile hera arasına girebilecek bi kız değildi ( o kız ayşemayşedir) ama iyi bi kızdı. kazara epey üzdüm, eğer evlenene değin geçen sürede bir ara, bu bloga girer, bu yazıyı bi şekilde görürse beni arasın.

sadece bu kadar değil tabii, ayşemayşe ile memlekete geri döndüğümüzde hep yaptığımız şeylerin arasında benim onu saatlerce beklemem, humus yemek, ozan ayşemayşe arif buluştuğumuzda white stripes' ı öve öve bitiremememiz ve en önemlisi white stripes eşliğinde koridorda sevişmek vardı. hatta bi ara it might get loud' u da ayıla bayıla izlediğimizi ekleyebilirim. keza bundan 10 yıl evvel teyzemin yanına gittiğimde beni white stripes konserine götürmesi benle alakalı çocuksu bi anı olsa da kayıtlara geçilsin. yani white stripes hep böyle babalı babalı büyük büyük vardı hayatımda. overlokçu ya da aygaz anonsunun tam pencerenizin dibinde gürültüyle çığrılması ve ilkilmeniz gibi değil. caminin dibinde oturduğum zamanlar açıklar belki, başlarda alışamadığımdan ardından bazı dalgın zamanlarda ezan sesini duyduğumda yerimden zank diye zıplamam gibi ve ziyadesiyle alışkın olmayan misafirimin bende kaldığında sabah ezanına uyanması ya da arada günlerce hiç bu sesi hatırlamamam. bazan ölüm anonsları yapıldığında camiden tekrar bi kulak kesip kim olduğunu merak etme adına dinlemem gibi bişey. hey yavrum kontempırori edebiyatın dibine vurdum.

neyse, düzgün bi adam olayım, bloggerliğimle diyeyim, bence bu jack white albümü basbabalı olcak. çünkü artık meg ile çalmıyor. ayrıca 23 nisanda çıkacak ve daha evvel çıkarttıkları single'lar da oldukça tatmin edici. 

gerçi bazen ben arıyorum bu dediğim kızı. ve beklentisizce "hayatım çok değişti" tadında güç gösterileri yapıyorum sanırım. yani nerden geldik buralara buralara bilmiyorum. en sonunda tek kurşun atılmadan paris düşecek olan bana olacak.

überablalar ve levinasa giriş 101

o gün ilk kez sinemada öpüşen yeniyetme çiftler gibi bi hava vardı ya, hatırlarsınız. hatırlamadıysanız da kızlar hemen bileğe kadar olan moda pantolonlarını ve bez ayakkabılarını çıkarır, erkekler gömlekli ve ince ceketli kırılgan adamlar gibi durmaya kendini hazırlar ya, öyle günlerdi gibi. hep böyle olur ya, mart önce bi yavaş gelir, hızlandığında kütürdek erik tuzlanır, artık ilk güneşli günler encamında evde semt pazarı dönüşü bereketi kendini gösterir. anketçiler de hala görmezden gelinmeye devam edilir. sikeyim hakkı hukuku.

bunlara kadar geçen zamanda otobüs beklerken işittiğim çocuk "anne ya dondurma!" demek için ne kadar beklediyse, burcu burcu burjuva levinas' da o denli haklıdır. varlık kendini hep üçüncü bir şeylerle niteler. net. bir yandan da otobüste coltraine dinlerim lan. beriki yolda yürüyüp müzik dinleyen insanlar da vardır ve trafik durduğunda, sokakta müzik dinleyen insanlar sokak köpeklerini haliyle duymadığından gördüklerinde ilkinti ile onlara hareketler yapar. biz paralel oluruz ve hak hukuk adalet ve adaleler böyle zamanlarda aynı anda burdur' da acemi birliğindedir. ki hep böyle olur. sonra akşam anaç güneş yorulur, evine çekildi miydi, o model kızların tendonları, modern oğlanların gerdanları üşür. küçük çocuk da. belki.

yine de tülek levinas haklıdır çünkü insan yatağını paylaştığı tüm insanlarla otobüste husumetsizce, yalnızca bir şarkı dinlemek için yabancı olabilir ve yine de o yanındakini sevebilir. sonra kulağına iltica eden sesleri yakalar; ya da sen onunkileri yakalarsın, şarkıyı duyar, bilirsin. onu daha çok seversin. bi daha sikmek istersin. çünkü hem trafik tıkanık, eve dönesün vardır hem de levinas' ın kimse amına koymamıştır. en diri ve zeker zamanları strazburg'da husserl ve blanşo ile yanındakilerinin götüne bakmakla geçmemiştir, sonra cükündeki kıllar seyrek ve beyazlaşmaya başladığında "duyuların bir yerden sızdığını"  falan demiş, ama sızdırmışsa da hiç duymamışızdır. egosu id' in bir uzvu olmamıştır hiç babasına rahmet. ama üçüncü şeylerle dövüşmemiz pek de bilindik ki en sonunda da, bizim pornoların sesini biraz daha kıstığımız, çocuğun ise gecenin en karanlığı diye bildiği saatte yorganı üzerinden atar. atmalıdır eşoğlusu. hastalık mevsimidir babaannemizin-anneannemizin. erik kütürdeterek, kelek karpuza aşererek. en sevdiğim taze fasülyeyi kışa devrederek...

 [...]
tam bunlar aklıma geldiğinde, otobüsün akşamında az düşünüp bol tuvalete gitmiştim, arka arkaya aynı bakmış ve mütabakata varmıştık "merhaba, evet bende senin gibi yalnızım, ve çişim var. ama evet evet siz benden evvel geldiniz. keşke sevişsek." numaramı istedi, "kim olduğumu mu merak ettin" demenin vudi elın stayla otuzdörtbinbeşyüz kelimelik hallerini sunup sakarlıkla tuvaleti kızın üzerine yıktıktan sonra hiç görüşmedik. aramadı da.
 [...]

bir de hep sonunda yan odada öksürerek tv izleyen ev arkadaşı, odayı sikim kadar bile aydınlatmasa da açık kalan televizyonun kırmızı ışığının yanmaya devam etmesi, buzdolabının motorunun iğrenç bi sesle devir daimi ve annelerin temkinliliği devam ediyor. martta dondurma alınmaz. 

 sabah olur, eğer bu pazartesi okula giderken o ufak çocuğun parası varsa, büyüyünce mütemadiyen tüm anketçileri sevmeyecek olsa da, bugün düne inat kesinkes dondurma alır. bende sevince belki şair olurum.

ve başka hiç bir şey olmaz ve yalnızca levinas haklıdır.

28 Mart 2012 Çarşamba

Phoebe Killdeer and the Short Straws

Ülke sınırlarına  bir kaç kere Nouvella Vague aracılığı ile gelmişlerdi. Geçen sene Babylon Soundgarden organizasyonunda keza, harika bir konser verdikleri duyumlarını aldım. İki albümleri var. Solistleri Phoebe Kildeer' i de nedense modern Betty Blue gibi hissediyorum. İsyankar hallice. Kivi kabuğu gibi şeyler.

27 Mart 2012 Salı

dur şimdi ayağım uyuştu




en sevdiğim insanlardan biri, o zamanlar artık haftaiçine de yayılan lig maçlarından birine gitmeyi düşünmekteydi. gün içersinde, bulaşık yıkamak ve vejetaryen yemekleri yapmak dışında en büyük keyiflerinden birisi ufak bilgisayarının başında oturup, amerikan kolej radyolarına girmek ve futbola internet aracılığı ile yönelmekti. bloglar, aceto falan. en sevdiğim insanlardan öteki ise, böyle değildi. daha sonra en sevdiğimiz o iki insanın kafesine bir sürü dede girdi. “kapıyı açmayın dedeler” demedik. çünkü burası moda idi ve ben enteLLektüel olmak zorunluluğundaydım.

dedelerin gelmesiyle alakasız ama paralel zamanda bilgisayarımı açtım, facebook’ a girdiğimde teyzemin kuzenimin fotoğraflarının altındaki şakayla karışık telkinlerine çöp kovalarının yanına atılmış çöplere iğrenerek bakıyormuşçasına baktım, o sırada yine alakasız ama paralel giderken duygu benden tükenmez kalem istedi ki, o ana kadar aslında onun orada olduğunu anlamam için, birkaç haftadır sürekli arayıp durduğum sevgilimi unutmam, yani facebookta falan stalkerlamamam gerektiğini biliyordum. ama bazen kendimi abonmanımsı bir acı silsilesine kaptırdığımın da farkındayım, çünkü diclede ayşemayşenin güzel külotlarından bitanesi vardı. böyle olmasaydı mesela; insanların bana baktıklarında yüzümde gördükleri ilk resim, avustralya’ da yaşayanların içme suyu sıkıntısı çekmedikleri ve sürekli sörf yapan  kaslı erkekler oldukları gibi bir şeye benzer bi konformizmdi. fakat hiç öyle de değildi.çünkü ayşemayşenin külotları güzeldir, ayşemayşenin vucudu mis kokar falandı.
 
evet şimdi nerden baksan iki ay ya da üç hafta önce eski sevgilimden ayrıldığımda, ilk zamanlarda sabahları benim karnım ağrıyor, bi yandan da entel kızlarla flört, göz banyosu falan yapma halindeydim; o ise sabahleyin bir erkeğin kollarındaydı ve hayat bu yüzden bana acımasızdı. biscolatalıdır falan bakarsın zaar. diyodum. birkaç gün geçtikten sonra, yataktan kalkmaktan vazgeçip, betty blue gibi bir kadına aşık olmayı hayal etmeye başladığımda, onun iki erkeğin kollarında olabileceğini hissetmeye başlamıştım. hatta biri zenci öteki biscolataydı, ve ben sıradan bi şekilde, artık flört etmeye başlamıştım. öpüşmeli, dişlerin birbirine çarpmasındaki "o yes bebeğim" tadında... asıl mevzuu, ne o erkeklerleydi, ne de ben betty blue’ yu bulabiliyordum. aksine, dirayetsizliğimin ilk halkası olarak; temelde bulabildiğim yahande ataizi gibi biri, ya da nuray mert' in genç olanıydı. allahtan yılmaz özdil sevenlere sulanmadım. ki betty blue’ nun baskısı yoktu. kitabı bulmak kadını bulmaktan zorlaştığı o sırada ben yine moda’ da, ayşemayşe ise evde ütü yapmakla meşguldü. bana bi keresinde söylemişti. 

ütüden ve küfürlü günlerden bir süre geçtikten sonra, duygu ile ilk zaman geçirdiğimiz gün onun ilk modern arkadaşı geldi. aslında duygu’ nun yanına ilk geldiğimde de yanında modern bir arkadaşı vardı. çünkü sanırım duygu da sevgilisinden ayrılmışlığı dolayısıyla epey karışıktı. ama ikimizin karışıklığı da birer sidi olsa, benim karışıklığım daha acı dolu şarkıların bulunduğu karışık bir sidi olurdu muhtemelen. ya da en azından hikayemi hornby yazsa, böyle bi metaforla bizi anlatmayı seçerdi. neyse bu iki modernin modernlik baremi olsa, ikinci gelen daha modern olurdu. hatta şey, ilkiyle högh ve uche'yi zahter-zeytin yağı üzerinden konuştuyduk. ama mevzuu ilginçtir eğer hala duygu ise, ona baktığımda sanki sene başında verilen ingilizce ya da matematik kitaplarındaki son ünitelerdeki karmaşıklığı anlayamamak, yine de bakmak; kendini iyi hissetmek için çözmeye çalışmak gibi hissediyordum. ve bu inanılmaz bi duyguydu. çünkü her şey yeniydi. elimde gibiydi. ki onla moda’ yı bir f-1 pistine çevirdiğimiz istikamette iki kere tanıma şansım oldu bu arada. ilk ısınma turunda, onu anlamaya çalıştım, bu ilişkimizde bir evre olsa, yediğimiz yemeği aynı kaşıktan ya da çataldan yeme evresi olabilirdi. zira onu o ara anlamadım. hatta pek anlayabilmem de mümkün değildi. çünkü çok güzel kocaman gözleri vardı. öteki turda ise, anlattıklarından yola çıkarak yalnız istediğim iyi olmasıydı, karşımda sarı defterinin sayfalarını çevirdikçe çevirsin, yazdıkça yazsın, bende laptopun üstünden saçlarının arasına vuran ışığa bakayım istedim. insan uyumla birine kafa yorunca, akşam derbi olsa unutabiliyor iki dakkalığına. ya da uzakdoğu sinemasını ne kadar bildiğini, çek edebiyatının yeni temsilcilerini falan hepsini unutuyor bi çırpıda. buna hayat demek en azından daha az epik ve eğlenceli benim için. bir de duygunun ipil ipil sağ eli daktilo gibi ileri geri yazadursun. baksam baksam...
 
fakat bir yandan da, duygu’ nun modern arkadaşını sevmemiştim o zaman, hani romantizm bi yana, o sırada barış’ ın yıkadığı bulaşıkları kuruturken birbirine değdirdiğinde çıkarttığı ses de benim kulağımı cırmalıyordu fakat, bu modern iki çocuğununun çıkarttığı hiçbir sesi sevmemiştim. ki sonuçta barış sevdiğim insanlardan biriydi. tolere edebilir, mini laptoptan kaçak lig tv izleyip, bomonto birası içebilirdik. haaa, nerden baksan duygu da iyiydi. ki demiştim. arada bir şeyler söylüyordu, bende o sırada ekinlerin seksenler playlist’ ini dinliyordum. diğer masalardaki kadınlar da güzel değildi zaten. hatta şimdi düşünüyorum da, belki diğer masadaki kızlardan-kadınlardan birisi en azından güzel olsa, kesin kafam oraya kayardı. ama o kadınlar-kızlar güzel değildi belki enteldi. arada GÜZEL MÜZİK raphael saadiq çaldı mutlu oldum ve temelde, duygu satır sonlarına kesme işareti koyarak alta geçmemesi dışında ekmek gibi bi kız. DI. 


fotrafta bob, johnny, june ve sara var galiba.