31 Mart 2012 Cumartesi

kendimi şekilsiz hissetmem.







hüseyin kıyar' ı sevmem, benim modern bir insan olarak aynı zamanda ayşemayşe' nin boncuk ötesi, başka boyutlu, başka gerçekli, başka anlamlı, başka kürt açılımlı, başka kopenhag kriterli, başka hidayetli, başka fransız  mallarına boykotlu, başka en güzel on hareketli gözlerine baktığımda hissettiğimle pek eşdeğer değil sanırım. ama hisarlı ahmet güzel kitap. ayşemayşenin gözleri inanılmaz. diamantidisten bile komple. halt etmiş.

sabah uyandığımda, tolga' nın über grubu halimden konan anlar konseri olduğunu biliyordum. asıl mevzuu, konsere giderken, kalbimin ayşemayşeyi gördüğümde kadıköy balonu haline dönüşmemesindeydi. o yüzden hisara indim, hisarüstünde az biraz kahvaltı yapıp kızları kestim. planım, birini bulup, konsere davetiyeli girerek onu etkileyip, ayşemayşenin güzel saçlarını, gözlerini, kalçalarını, ağzını, benlerini, yanaklarını, gıdısını, kollarını, ellerini,  kokusunu vesaire duyduğumu ayşemayşeye hissettirmemekti. yani bugün açtık taksimetreyi ayşemayşeye çalışıyoruz.  ilahi şans yanımdaydı ki, screamin jay hawkins dinlerken bi kız yanaştı yanıma. aslında yanaşmadı. yanımdan geçince, ben ona yanaştım ve "saatiniz kaç?" diye sordum. çünkü hepimiz aynı yalnıştayız, kulaklıklar yüzünden hayatımıza setler, çitler, tansu çiller falan çekiyoruz. sonra da onlarda boğuluyoruz. halbuki, öyle olmak zorunda değil. kız bana saati söyledi, 4-5 dakka muhabbet ettik; ona büyük memeli güzel sevgilimden bahsettim, güldü ve "ne kadar çok konuşuyor ve ne kadar çok şey biliyorsun" dedi. çünkü elimde koccaman sandvic vardı ve buna rağmen hayatımı anlatabiliyordum.

sonra akşam üzeri olmaya başladıkça, ben planı yapmıştım. bu kızın numarası cepteydi; postentelektüel olarak evrimsel bir bilgi sürecinden geçtiğimi sanıyor, çayı ve kahveyi şekersiz içiyordum. johnny cash bile korkabilirdi benden artık. ya da hüseyin kıyar.

ama tabii ben eskiden şut stilime de bu denli güvenirdim. 


sonra duygu' yu aradım. uzman duygu. ona "konser var benle gelsene" dedim, sallamadı pek. ama en azından bir çay, bir bira, bir caprisun vesaire içebileceğimizi söyleyince "hıı zaten ben çayı kahveyi şekersiz içiyorum byes jnm" gibi bişey dedim. ama hala kalbim kadıköy balonu gibiydi. hatta o kadar kadıköy balonu idi ki, memeli sevgilim yoktu ve  cm01-02 de quick game açıp PSG' yi ikibinlerin başındaki futbolun gerçeklerinde kaybolasım vardı. başladım, tsigalkoyu transfere koyuldum ki, o sırada bir yandan da kendime erkekliğin sınırlarını vincent gallo ve  izzet günay arasında koyuyor, alexa chung kadar güzel bulduğum kızları sıralıyor ve ayşemayşeye kirsten dunst' un üzerindeki elbiseyi yakıştırıyordum. ama nafile. spagetti her zaman beni kurtarsa da spagetti western tavrım beni hiç kurtarmadı şimdiye kadar.   akşam oldu. korkma olm, git bi atm' ye telefon faturanı öde, o kadar numara var; eskiden numaralar kayıtlı bile değildi, üstelik walkmen vardı ve nba'de üçlük atan çok az uzun vardı diyerek kendimi teselli edip yettim kadıköy vapuruna.


vapurda tabiiki de yine kız kestim. yani kesmesem olmuyor artık. kitap okumak, geceleri acılı çiğköfte yiyip oğuza "olm bunun etlisi yok ya hayat etlisini yiyene ve o hayvan kontratıyla rashard lewis'e güzel" demek ve kız kesmek hayatımın merkezinde. hı bir de çaktırmayın aslında bunlar ayşemayşeyi özlememenin tezahürü olan altkümeler.

kestiğim kız ilginçti, elleri garipti ve kısa saçlı olduğundan sanatçı gibiydi. işin güzeli, benim karşıma oturur oturmaz benim aynadaki yansımam gibi hareket ediyordu. ilahi bir yansıma, dante' nin soyadını bilmek gibi. ailgheri ve allesandro del piero. 

neyse, kız hararetle ipoduna dokundukça dokunuyor. bende kendimi sırf onun yansıması gibi hissedercesine, bende dokunuyorum ondakiyle aynı model ipoda böylece aynamsı bir şekilde, modern hayat olarak bir auroboros yaratıyoruz. tabii onun bundan hiç haberi yoktu çünkü o kadar yüksek sesle müzik dinliyordu ki, ben karşısında duyuyordum. funk şeyler vardı ipodunda ve bacakları EPEEEY güzeldi ki o yüzden çıkarttım defterimi bir  not yazdım. ama veremedim (hiç üzülmeyin bu kesişmeler gecemizin %3 lük bir atraksiyonuna eşdeğer olduğundan bende üzülmedim) 



duygu, aradı; ben o sırada hüseyin kıyar' ı müthiş keyifle sevmeye devam ediyordum ki, yanına çağırdı, gideyim dedim. arkaodada bugün sevdiğim çalan tek şarkı dan bejar' ın destroyer' inin kaputt' uydu. kaputt' u duyunva annemi aradım "bana bilet alın, yanınıza gelcem" diye. çünkü sion'dalar. annem de "oğlum yine garipçi şiirleri okuyorsun değilm i?" dedi...

o sırada duygunun hissettiği şeyin  herşeyi bırakıp onla sevgili, arkadaş, mandal, vandal, vandam falan olabileceğim üzerine olduğunu anladım. söz uçtu, yazıyorum... ben düşümmüyorum. hakkaten o "düşünmek" dedikçe aklıma ümmü gülsüm geliyordu. nedense "düşümmmüyorum" falan gibi diyordu. italyan futboluna benzer risksizliğine karşı midem bulanıyordu. hayatımda hiç boza içmedim. ya da bi kere içtim belki ama nedense bu kızın havasını, alımını, çalımını bozaya benzetiyorum. malsef.


neyse o sırada özcan hıyarı vardı yine dicey sette. berbat şeyler çalıyordu. allahım foseptik çukuru gibisin, hatta screamin jay' in çirkin 150 çocuğunu doğuran anneler gibisin. ivrenç


sonra işte konan konserine gelmeye başladık. kapıda ayşemayşeye özel yaptığım kalemi verdim. yeşil kalem sevmişti bi keresinde, paramız yok diye alamamıştık. sonra o yeşil kalemin sıfır yedisinin içine sıfır beş bir sistem koymuş, o kalemin aynısını yapmıştım. kısacası üzerinde 0.7 yazan ama 0.5 olan bir kalemi vardı. sentimentalliğim bir yana, cool' um ya, ismimi yazmıştı tolga kapıya, yine 302 kere "afskere git" şakası yaptım konser başladığında. başlamadan evvel de up the bracket çalıyordu, ozan geldi aklıma. bu şarkıyı yüzyıllar boyu coverladık... ama ayşemayşeyi gördüğümde hayat bambaşkaydı. gerçekten diyorum, böyle gözler olamaz. sinem vardı yanında, arkadaşı. iğrenç bi tayt giymişti, onun da memeleri harikaydı. arada yanıma geldi sinem "iyi misin?" falan diye sordu, az biraz da yakındı. bende ona "bana bu kadar yakın olunca memelerinde bana deyiyor, ereksiyon oluyorum" dedim. ama hakkaten, ortamda bir provakatör gibiydi, teomanın hayatına müdahale eden magazinciler misali sürekli bi dürtüklüyordu beni. bana hayatın güzel olduğunu, ayşemayşe ile ayrıldığımızı söylüyordu duruyordu. sonra dayanamadım, sinemle,  sırf ayşemayşenin gözlerine bakmak için kavga ettik. ki o kavgaya kadar onu aslında hiç rahatsız etmedim. sonra tolgaların gitarlarının en gürültülü, cızırtılı, sonic youth'lu çaldığı anda, konser mekanının görevlilerinin bile müdahale ettiği bir şekilde dışarıya çağırdım ayşemayşeyi. artık pete doherty' im. ya da michael jackson sahnedeyken fırlayan jarvis'ten bile ciddiyim!!! dediğim gibi o kız bana hiç yanaşmasaydı bende ne ona ne de ayşemayşeye yanaşır, rahatsız ederdim. etmedim de... ettiysem de, şu alkışlarla yaşıyorum falandaki komikli videoların başındaki anket sorularının insanı rahatsız etme potansiyeli kadar etmiştim. hüseyin kıyar gerçekten harika. sonra aşağı indik. hayat gerçekten sokaktaydı.

önce x' i gördüm, ayak üstü laklakladık. beni öpseydi yüz dakika bile öpebilirdim, dudakları gerçekten güzeldi. ince ve köşeli. ama sanki çok zevksiz bi insan x. sütyeni, külodu falan... neyse,  sokak o kadar kalabalıktı ki zaten x benle laklaklamasaydı da hiç biyere gidemezdi. ki "hani len röportaj" diye sorduğunda sanki birisi ensemden aşagı kocaman bi buz kütlesi atmış gibi oldu da, biraz afalladım...

sonra prates' in şutunun hakan şükür' ün kafasına değmesi ve gol olması gibi mucizevi şekilde, karşıma vapurdaki kız çıktı tekrar. dünya küçükmüş ve 27 yaşındaymış. adın neydi unuttum. ama sana dedim "al bu kağıdı, bi gün kahve içmek istersen takılalım" ararsan buralardayım hacıt.


ekseriyetle kavgalar devam etti, arada öptüm, saçlarını yedim, kokladım. sütyeninin kopçasına dokunarak hangisini giydiğini tahmin ettim... ben senin gözlerinin içine bakmak için herkesle kavga edebilirim ayşemayşe. spartaküsün körk daglısı, kiç flemenk sineması, isviçre maçındaki alpay. kim olursa... sen beni sevmeye devam et, bütün bu karmaşayı düzeltecem bi gün. belki yani. o yüzden beni bugün öptün ya, kazara ölürsem cennete falan gidebilirim. 


fotoraftaki adam, screamin' jay. bu da jarmusch filminden bi şey.

30 Mart 2012 Cuma

Allah - Las



lakayit "haha grubun adı allah'lı abi" gibi bi giriş yapmayacağım. yeni bu çocuklar bi tane 7''lik plakları var, onun dışında hiç bişey yok görünürde.

surf rock amcam gibidir. bir zamanlar iletişim böyle leylego değilken, pazarlarımız onların evinde geçerdi. cine 5-teleon falan izlerdik.amcamın kebabı, yengemin salatası, deniz manzarası güzeldi. insan sırf bu yüzden bile pazarlarını sevebilir küçükken. bir de babam bira içerken epey cool olurdu. sonra kendilerine nokia bi cep telefonu aldılar, bir pazar iki pazar "olm bırak şu telefonu da gel bizimle otur" diyorlardı. fakat en acısı bilgisayar eve girince oldu. kardeşim ile kuzenim iyi arkadaş olduğundan bilgisayara oturmamı engelliyor, kapılarını kitleyip showtv' nin sitesinden barbi bebek giydirme oyunu oynuyorlardı. bende sıkılıyordum. hayır, eskiden cine 5 olan, teleon olan artık digiturk'te ve zilyon tane kanallı olmuştu ama pek sarmıyordu beni. daha çok telefonun sarı ışıklı ekranına dadanıyor, oyun oynuyor saçma sapan mesajlaşmalar yapıyordum. sonra artık kebaba hiç gidilmemeye başlandı pazarları, bi gün anneme sorunca da bastı paparayı "e olum gidiyoruz sen odaya, kardeşin odaya çekiliyor ne anlamı var?" dedi ki zaten surf rock diye bi bok bi tek tarantino filmlerinden bahsedenlerin ağzında kaldı.

babam demişken, hep zayıfmış. öyle 40 yaşından sonra göbek de yapmadı. fit adam, benden daha güzel giyinir, benden daha güzel bıyıkları vardır. ingiliz müziğinin ingiliz müziği olduğu zamanlar falanken, dedem bunu solculuk yapmasın diye ingiltereye kaçırınca yerinde görmüş olayları da. eli de boş gelmemiş. epey dinlemiş, ama okuldan sonra, herşeyi bırakıp memlekete dönüp esnaf olunca, erkek damarı tutarak c86 falana şafak sezerli komedi filmleri muamelesi yapmaya başlamış. bana ilk dinlettiği albümler arasında beach boys' un surfin' usa, lou reed' in transformer, tom waits' in the heart of saturday night albümü, johnny cash' in san quentin kayıtları ve onun söylediğine göre al green' in bi albümü varmış. yani hakkaten onüç yaşında falandım ve babam epey cooldu. smiths dinlemiş, smiths'i görmüş; joy division falan görmüş ama amerikan müziği sevmiş bi adamdı hep. ama al green' den dinlettiği albümü, dinletti mi dinletmedi mi onu hiç hatırlayamadığım için, ve son telefon konuşmamızda "bu ara al green dinliyorum" dediğim için yazıyorum zaten şu anda. belki o yaşlanıyor, üzücü. belki ben unutuyorum. üzücü. neyse, şimdilerde emekli ve sion' da olduğundan daha duygusal ona yorayım.. en azından nick drake, echo and the bunnymen ve manics dinliyor diye bu kanıya vardım. geçen konuşmamızda da bu şarkıdan bahsettim ona. seveceğini söyledim. "sörf rak ama günümüz müziği" falan. ama malesef hayatım boyunca hiç onun kadar cool olamadım.

neyse, şimdi bu şarkıya cevap bir şeyler de atar.

nevermind, güzel memeli yeni sevgilim ve bez ayakkabılı mekan tasvirleri



sabah kalktığımda aklıma "evde yiyecek var mı?" "elmander iyileşti mi?" ve "lan bu kadar grup var, acaba bu kadar dinleyeni gerçekten var mı?" soruları geldi. bununla paralel tavanı izlerken, yeni sevgilimin ne zaman geleceğine, ne zaman sevişeceğimize kafa yormaya geçmiştim ki bi anda, nirvana' nın mtv unplugged' ının başında cobain' in "this is off our first record most people don't own it" diyerek about a girl' ü çalmaya başlaması eşliğinde bugünün insan gürültüleri, mekanların tıkış tıkış yarı açık yerlerinde rüzgarın etkisiyle üzerime gelen sigara dumanı ve bilmemne ep'lerinin bilmemkaçıncı şarkılarının iğrenç noise gürültüsü de peşinden takip etti. ki yüzümü yıkamadım daha, ayılamadım. ayılınca kesin yıkarken yine "acaba sakallarımı mı kessem" diyeceğim. tarihe not.

geçenlerde bir kaç arkadaşımla yukardaki dumanlı, bugünün insan gürültüleri  ve iğrenç indie müzikleri arasında otururken özcan "abi sen yeni şeyleri nasıl bulabiliyosun?" diye sormuştu. bende biradan yudum almadan, rahat bi şekilde "peki sen suck it and see' yi kaç kere baştan sona dinledin yaraam?" diye cevap vermiştim. hatta bozuldu azıcık da. çok içtiğimiz bi zaman değildi daha. bunu yapan insanlar, bez ayakkabı-skinny pantolon ve kalbi kırık raksıtar morisey cenahının en önde gelenleri olunca epey değişiyorum. her ne kadar sekizyüzelli bin tane grup bilseler de, sağ bek' te hasan şaş' ın oynadığı, oray eğin' in jüriliğe soyunduğu ve osman durmuş' un sağlık bakanı olduğu zamanların çaresizliği gibi... dubstepci kızlarla yatmak, zaman geçirmek falan zaten epey ilginç. masada 3 tane de kız vardı, ikisi çok çirkin diğeri özcanın sevgilisiydi o yüzden galiba daha çok şey söylemedim.  boşverdiydim ki erkekleri de bıyıklarından tutup, tekerlek icad edilene kadar dövesim geliyor. ya da bokları kurşuna dizmeli. zaten hava demokratik, saat 15.40 civarları.

herneyse..

başımdan geçen şu anki bütün bu yirmi saniyelik bulanıklıkta, pencereden sızan rüzgar ve uçak sesi geçip gidene kadar ki kısa eşikte bile rahatlıkla söyleyebilirim: drain you' nun nevermind' ın sekizinci şarkısı, polly' nin a yüzünün son şarkısı olduğunu ve nirvana' nın çok büyük grup olduğunu bilen bir doksanlıyım ve sevgilime ödemeli attım, dört buçuk gibi burada olacağını söyledi. bütün bu yazı bu yöne kayar ama sakinim. müziği sikeyim.

açtım gidiyorum nevermind' da. hala acayip sıkı albüm. ayşemayşenin bacakları gibi. cascavlak.


bu arada dün bir kez daha anladık, orlando magic götüm gibi takım. benim de erkeklik damarım kabarıyor yine. uçaklar da geçmeye devam ediyor.

Alabama Shakes


Soul, R&B, Rhytm and Blues’ un hayatımıza bir nebze Black Keys ile geri dönüşü, arkaoda peyote gibi yerlerde en azından Fugazi' den güzel şeyler dinlemeye başlattı bizi. Geniş kasa Heritage’ ların tekrar çalınabilinir olması ne güzel. İşte böyle bi grup olarak gerçek Alabamalı grup Alabama Shakes’ de mütevazi girişini yaptı yapacak. Keşke abansalar.

Hikayeleri yine sıradan görünümlü ama  ufak bir yerde psikoloji dersi alırken tanışıp “Bowie gibi saykodelik şeyler çalalım!” diyerek başlamış. Ama mümkün mertebe 2000ler grubu olarak Torrent'e abanıp, zenci müziğine takıldıklarından sound değişmiş... Ki Jack White’ ın da ilgisini çekmiş olacak ki bu Amerikan sound, Mayıs turuna hemencecik dahil etmiş onları. Ve kariyerleri,  9 nisan’ da plak şirketi  ATO’ dan çıkacak ilk albümleri ile süsleniyor. 12 şarkılık Missisippi yakınlarından Çam sakızı çoban armağanı. Ardından albümü Avrupa’ ya büyük-ulu şirket Rough Trade dağıtacak. Albümden evvel çıkan Hold On EP’lerindeki 4 şarkıdan özellikle  Hold On ile şimdiden lastfm’lerde, Facebook’larda, Ipod’larda falan yer kaplamaya başladı. Paylaşımlar dönüyor

Şimdi solistleri Brittany Howard’ ın zamanı tam olarak olmasa da, o Sister Rosetta’ dan, Otis Redding’ den James Brown’dan  etkilenerek tütsülediği yanık şarkılarını söylemeye devam etsin böyle iyi, mesela ben çalarım bundan sonra bu çocukları. Arkalarındayım.
Mesela bu epey güzel. Albümden.

29 Mart 2012 Perşembe

Jack White' ın Albümüne Az Kaldı!



şuraya şu başlığı atıp, reset magazine, avaz avaz dergisi falan tadında bişey yazıp tadımızı, gazımızı kaçırmış olabilirim. gerçi biraz gerginim, kız hala gelmedi ve bacaklarım uyuştu aynı şekilde oturmaktan. şarkıdaki kız ruby amanfu. ve ter kokuyorum, o yüzden güzel memeli duygu kız gelmeden duşa girecem.

jack white, anılarıma gelince; eski evimde bir white stripes posteri vardı. büyüdüğüm ev. aslında hala var ama işin komik yanı, artık amcamlar yaşadığı için o odada küçük kuzenim bersu kalıyor. bersu hiç bi posterime dokundurtmamış. ama yanlarına judas gökhan kadar sevdiğinden sanırım lady gaga posteri falan asmış. ha white stripes posterini eski kızarkadaşım almıştı. müthiş güzel, uğruna carla bruni' yi reddedeceğiniz, tanrının yudaya cevabı ya da zeus ile hera arasına girebilecek bi kız değildi ( o kız ayşemayşedir) ama iyi bi kızdı. kazara epey üzdüm, eğer evlenene değin geçen sürede bir ara, bu bloga girer, bu yazıyı bi şekilde görürse beni arasın.

sadece bu kadar değil tabii, ayşemayşe ile memlekete geri döndüğümüzde hep yaptığımız şeylerin arasında benim onu saatlerce beklemem, humus yemek, ozan ayşemayşe arif buluştuğumuzda white stripes' ı öve öve bitiremememiz ve en önemlisi white stripes eşliğinde koridorda sevişmek vardı. hatta bi ara it might get loud' u da ayıla bayıla izlediğimizi ekleyebilirim. keza bundan 10 yıl evvel teyzemin yanına gittiğimde beni white stripes konserine götürmesi benle alakalı çocuksu bi anı olsa da kayıtlara geçilsin. yani white stripes hep böyle babalı babalı büyük büyük vardı hayatımda. overlokçu ya da aygaz anonsunun tam pencerenizin dibinde gürültüyle çığrılması ve ilkilmeniz gibi değil. caminin dibinde oturduğum zamanlar açıklar belki, başlarda alışamadığımdan ardından bazı dalgın zamanlarda ezan sesini duyduğumda yerimden zank diye zıplamam gibi ve ziyadesiyle alışkın olmayan misafirimin bende kaldığında sabah ezanına uyanması ya da arada günlerce hiç bu sesi hatırlamamam. bazan ölüm anonsları yapıldığında camiden tekrar bi kulak kesip kim olduğunu merak etme adına dinlemem gibi bişey. hey yavrum kontempırori edebiyatın dibine vurdum.

neyse, düzgün bi adam olayım, bloggerliğimle diyeyim, bence bu jack white albümü basbabalı olcak. çünkü artık meg ile çalmıyor. ayrıca 23 nisanda çıkacak ve daha evvel çıkarttıkları single'lar da oldukça tatmin edici. 

gerçi bazen ben arıyorum bu dediğim kızı. ve beklentisizce "hayatım çok değişti" tadında güç gösterileri yapıyorum sanırım. yani nerden geldik buralara buralara bilmiyorum. en sonunda tek kurşun atılmadan paris düşecek olan bana olacak.

überablalar ve levinasa giriş 101

o gün ilk kez sinemada öpüşen yeniyetme çiftler gibi bi hava vardı ya, hatırlarsınız. hatırlamadıysanız da kızlar hemen bileğe kadar olan moda pantolonlarını ve bez ayakkabılarını çıkarır, erkekler gömlekli ve ince ceketli kırılgan adamlar gibi durmaya kendini hazırlar ya, öyle günlerdi gibi. hep böyle olur ya, mart önce bi yavaş gelir, hızlandığında kütürdek erik tuzlanır, artık ilk güneşli günler encamında evde semt pazarı dönüşü bereketi kendini gösterir. anketçiler de hala görmezden gelinmeye devam edilir. sikeyim hakkı hukuku.

bunlara kadar geçen zamanda otobüs beklerken işittiğim çocuk "anne ya dondurma!" demek için ne kadar beklediyse, burcu burcu burjuva levinas' da o denli haklıdır. varlık kendini hep üçüncü bir şeylerle niteler. net. bir yandan da otobüste coltraine dinlerim lan. beriki yolda yürüyüp müzik dinleyen insanlar da vardır ve trafik durduğunda, sokakta müzik dinleyen insanlar sokak köpeklerini haliyle duymadığından gördüklerinde ilkinti ile onlara hareketler yapar. biz paralel oluruz ve hak hukuk adalet ve adaleler böyle zamanlarda aynı anda burdur' da acemi birliğindedir. ki hep böyle olur. sonra akşam anaç güneş yorulur, evine çekildi miydi, o model kızların tendonları, modern oğlanların gerdanları üşür. küçük çocuk da. belki.

yine de tülek levinas haklıdır çünkü insan yatağını paylaştığı tüm insanlarla otobüste husumetsizce, yalnızca bir şarkı dinlemek için yabancı olabilir ve yine de o yanındakini sevebilir. sonra kulağına iltica eden sesleri yakalar; ya da sen onunkileri yakalarsın, şarkıyı duyar, bilirsin. onu daha çok seversin. bi daha sikmek istersin. çünkü hem trafik tıkanık, eve dönesün vardır hem de levinas' ın kimse amına koymamıştır. en diri ve zeker zamanları strazburg'da husserl ve blanşo ile yanındakilerinin götüne bakmakla geçmemiştir, sonra cükündeki kıllar seyrek ve beyazlaşmaya başladığında "duyuların bir yerden sızdığını"  falan demiş, ama sızdırmışsa da hiç duymamışızdır. egosu id' in bir uzvu olmamıştır hiç babasına rahmet. ama üçüncü şeylerle dövüşmemiz pek de bilindik ki en sonunda da, bizim pornoların sesini biraz daha kıstığımız, çocuğun ise gecenin en karanlığı diye bildiği saatte yorganı üzerinden atar. atmalıdır eşoğlusu. hastalık mevsimidir babaannemizin-anneannemizin. erik kütürdeterek, kelek karpuza aşererek. en sevdiğim taze fasülyeyi kışa devrederek...

 [...]
tam bunlar aklıma geldiğinde, otobüsün akşamında az düşünüp bol tuvalete gitmiştim, arka arkaya aynı bakmış ve mütabakata varmıştık "merhaba, evet bende senin gibi yalnızım, ve çişim var. ama evet evet siz benden evvel geldiniz. keşke sevişsek." numaramı istedi, "kim olduğumu mu merak ettin" demenin vudi elın stayla otuzdörtbinbeşyüz kelimelik hallerini sunup sakarlıkla tuvaleti kızın üzerine yıktıktan sonra hiç görüşmedik. aramadı da.
 [...]

bir de hep sonunda yan odada öksürerek tv izleyen ev arkadaşı, odayı sikim kadar bile aydınlatmasa da açık kalan televizyonun kırmızı ışığının yanmaya devam etmesi, buzdolabının motorunun iğrenç bi sesle devir daimi ve annelerin temkinliliği devam ediyor. martta dondurma alınmaz. 

 sabah olur, eğer bu pazartesi okula giderken o ufak çocuğun parası varsa, büyüyünce mütemadiyen tüm anketçileri sevmeyecek olsa da, bugün düne inat kesinkes dondurma alır. bende sevince belki şair olurum.

ve başka hiç bir şey olmaz ve yalnızca levinas haklıdır.

28 Mart 2012 Çarşamba

Phoebe Killdeer and the Short Straws

Ülke sınırlarına  bir kaç kere Nouvella Vague aracılığı ile gelmişlerdi. Geçen sene Babylon Soundgarden organizasyonunda keza, harika bir konser verdikleri duyumlarını aldım. İki albümleri var. Solistleri Phoebe Kildeer' i de nedense modern Betty Blue gibi hissediyorum. İsyankar hallice. Kivi kabuğu gibi şeyler.

27 Mart 2012 Salı

dur şimdi ayağım uyuştu




en sevdiğim insanlardan biri, o zamanlar artık haftaiçine de yayılan lig maçlarından birine gitmeyi düşünmekteydi. gün içersinde, bulaşık yıkamak ve vejetaryen yemekleri yapmak dışında en büyük keyiflerinden birisi ufak bilgisayarının başında oturup, amerikan kolej radyolarına girmek ve futbola internet aracılığı ile yönelmekti. bloglar, aceto falan. en sevdiğim insanlardan öteki ise, böyle değildi. daha sonra en sevdiğimiz o iki insanın kafesine bir sürü dede girdi. “kapıyı açmayın dedeler” demedik. çünkü burası moda idi ve ben enteLLektüel olmak zorunluluğundaydım.

dedelerin gelmesiyle alakasız ama paralel zamanda bilgisayarımı açtım, facebook’ a girdiğimde teyzemin kuzenimin fotoğraflarının altındaki şakayla karışık telkinlerine çöp kovalarının yanına atılmış çöplere iğrenerek bakıyormuşçasına baktım, o sırada yine alakasız ama paralel giderken duygu benden tükenmez kalem istedi ki, o ana kadar aslında onun orada olduğunu anlamam için, birkaç haftadır sürekli arayıp durduğum sevgilimi unutmam, yani facebookta falan stalkerlamamam gerektiğini biliyordum. ama bazen kendimi abonmanımsı bir acı silsilesine kaptırdığımın da farkındayım, çünkü diclede ayşemayşenin güzel külotlarından bitanesi vardı. böyle olmasaydı mesela; insanların bana baktıklarında yüzümde gördükleri ilk resim, avustralya’ da yaşayanların içme suyu sıkıntısı çekmedikleri ve sürekli sörf yapan  kaslı erkekler oldukları gibi bir şeye benzer bi konformizmdi. fakat hiç öyle de değildi.çünkü ayşemayşenin külotları güzeldir, ayşemayşenin vucudu mis kokar falandı.
 
evet şimdi nerden baksan iki ay ya da üç hafta önce eski sevgilimden ayrıldığımda, ilk zamanlarda sabahları benim karnım ağrıyor, bi yandan da entel kızlarla flört, göz banyosu falan yapma halindeydim; o ise sabahleyin bir erkeğin kollarındaydı ve hayat bu yüzden bana acımasızdı. biscolatalıdır falan bakarsın zaar. diyodum. birkaç gün geçtikten sonra, yataktan kalkmaktan vazgeçip, betty blue gibi bir kadına aşık olmayı hayal etmeye başladığımda, onun iki erkeğin kollarında olabileceğini hissetmeye başlamıştım. hatta biri zenci öteki biscolataydı, ve ben sıradan bi şekilde, artık flört etmeye başlamıştım. öpüşmeli, dişlerin birbirine çarpmasındaki "o yes bebeğim" tadında... asıl mevzuu, ne o erkeklerleydi, ne de ben betty blue’ yu bulabiliyordum. aksine, dirayetsizliğimin ilk halkası olarak; temelde bulabildiğim yahande ataizi gibi biri, ya da nuray mert' in genç olanıydı. allahtan yılmaz özdil sevenlere sulanmadım. ki betty blue’ nun baskısı yoktu. kitabı bulmak kadını bulmaktan zorlaştığı o sırada ben yine moda’ da, ayşemayşe ise evde ütü yapmakla meşguldü. bana bi keresinde söylemişti. 

ütüden ve küfürlü günlerden bir süre geçtikten sonra, duygu ile ilk zaman geçirdiğimiz gün onun ilk modern arkadaşı geldi. aslında duygu’ nun yanına ilk geldiğimde de yanında modern bir arkadaşı vardı. çünkü sanırım duygu da sevgilisinden ayrılmışlığı dolayısıyla epey karışıktı. ama ikimizin karışıklığı da birer sidi olsa, benim karışıklığım daha acı dolu şarkıların bulunduğu karışık bir sidi olurdu muhtemelen. ya da en azından hikayemi hornby yazsa, böyle bi metaforla bizi anlatmayı seçerdi. neyse bu iki modernin modernlik baremi olsa, ikinci gelen daha modern olurdu. hatta şey, ilkiyle högh ve uche'yi zahter-zeytin yağı üzerinden konuştuyduk. ama mevzuu ilginçtir eğer hala duygu ise, ona baktığımda sanki sene başında verilen ingilizce ya da matematik kitaplarındaki son ünitelerdeki karmaşıklığı anlayamamak, yine de bakmak; kendini iyi hissetmek için çözmeye çalışmak gibi hissediyordum. ve bu inanılmaz bi duyguydu. çünkü her şey yeniydi. elimde gibiydi. ki onla moda’ yı bir f-1 pistine çevirdiğimiz istikamette iki kere tanıma şansım oldu bu arada. ilk ısınma turunda, onu anlamaya çalıştım, bu ilişkimizde bir evre olsa, yediğimiz yemeği aynı kaşıktan ya da çataldan yeme evresi olabilirdi. zira onu o ara anlamadım. hatta pek anlayabilmem de mümkün değildi. çünkü çok güzel kocaman gözleri vardı. öteki turda ise, anlattıklarından yola çıkarak yalnız istediğim iyi olmasıydı, karşımda sarı defterinin sayfalarını çevirdikçe çevirsin, yazdıkça yazsın, bende laptopun üstünden saçlarının arasına vuran ışığa bakayım istedim. insan uyumla birine kafa yorunca, akşam derbi olsa unutabiliyor iki dakkalığına. ya da uzakdoğu sinemasını ne kadar bildiğini, çek edebiyatının yeni temsilcilerini falan hepsini unutuyor bi çırpıda. buna hayat demek en azından daha az epik ve eğlenceli benim için. bir de duygunun ipil ipil sağ eli daktilo gibi ileri geri yazadursun. baksam baksam...
 
fakat bir yandan da, duygu’ nun modern arkadaşını sevmemiştim o zaman, hani romantizm bi yana, o sırada barış’ ın yıkadığı bulaşıkları kuruturken birbirine değdirdiğinde çıkarttığı ses de benim kulağımı cırmalıyordu fakat, bu modern iki çocuğununun çıkarttığı hiçbir sesi sevmemiştim. ki sonuçta barış sevdiğim insanlardan biriydi. tolere edebilir, mini laptoptan kaçak lig tv izleyip, bomonto birası içebilirdik. haaa, nerden baksan duygu da iyiydi. ki demiştim. arada bir şeyler söylüyordu, bende o sırada ekinlerin seksenler playlist’ ini dinliyordum. diğer masalardaki kadınlar da güzel değildi zaten. hatta şimdi düşünüyorum da, belki diğer masadaki kızlardan-kadınlardan birisi en azından güzel olsa, kesin kafam oraya kayardı. ama o kadınlar-kızlar güzel değildi belki enteldi. arada GÜZEL MÜZİK raphael saadiq çaldı mutlu oldum ve temelde, duygu satır sonlarına kesme işareti koyarak alta geçmemesi dışında ekmek gibi bi kız. DI. 


fotrafta bob, johnny, june ve sara var galiba.