23 Nisan 2012 Pazartesi

hacinin bir günü

tolga' ya, 

benliğin hareket eden katmanları... varsa eğer,  aramızda pay ettiğimiz bi kaç gb'lık müzik arşivi ya da sana devrettiğimi sandığım yatağın öbür tarafı. hop şimdi.




hacinin bi günü


herşey dünden yalnız biraz daha ölü
kapıyı kırarım olm bak, 
ödemeler ne zamandır alman hesabı? hem
bu ne zamandır benim evim değil? hop
bende bozuk var öderim çayı kahveyi. tamam dur.
ve herkes kendi suyunu içmeli. (kurşuna dizmeli bokları)

ha şu var, biraz el, kol, dirsek yediğimden 
böyle zifirilikte kalemi tutamamak mı hak hukuk
yoksa
şimdi kaldırdım elimi, beni fark edeni 
ne sen sor ki sensörmüş, 
ışık yanıp birazdan söner
ki durmayan şu zenci müziğinde
demokrasi, tevvekkül ve o meşhur şapka
kimbilir kim kime kime 

kapının ardından duydum ki çektiği kupa bacağı, 
bir de aşağıdaki dairedeki kaçan golü umursama
şimdi uyumamaya sakız çiğneme zamanları
öyle olunca da işte şeytan diyordu ki bas zile kaçma 
dur orda.

bi daha gelemeyeceğim yer bura

o yüzden burası güzel,  herşey burda 


bi daha gelemeyeceğim yer bura
o yüzden burası güzel,  herşey burda 



bi daha gelemeyeceğim yer bura

o yüzden burası güzel,  herşey burda 


bi daha gelemeyeceğim yer bura
o yüzden burası güzel,  herşey burda 

bi daha gelemeyeceğim yer bura

o yüzden burası güzel,  herşey burda 


bi daha gelemeyeceğim yer bura
o yüzden burası güzel,  herşey burda 




22 Nisan 2012 Pazar

june & johnny vs jane & serge

1- johnny, june için on mil yürür. serge ise jane için yürümez, sigara içer.
2- johnny june ile yaşadıkları ilişkiyi halka mal eder, serge ile jane ise şarkıda sevişir.
3- june herkes için norma jean dir, jane ise marilyn' den farklıdır. imite edilemez.
4- cash hank williamsçıdır, serge screamin'ci.
5- cash silah sever, serge para yakar.
6- cash, ray' i güldürür; serge ise ray ile birlikte güler
7- cash june istese onun için oduncu bile olur, serge ise bourbondan vazgeçmez.
8- serge, etniktir, coni %100amerikan. o yüzden johnny ismi ile anılan müzisyenler arasında karışıp gidebilir, serge ise "serge reyiz"dir. serge ile jane dedin mi herkes tanır; june ile johnny dedin mi ise bi durup düşünmek gerekir.

ama en iyisi ibrahim tatlıses hacı.

 tatlıses ve üç çocuğunun annesi perihan savaş.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Merih'e giden kosmos gemisinde turistler yeryüzüyce yazılmış şiirler okuyacak.


 zenci müziğine inanmalıyız.


uzun uzun konuşmalarımızın üzerinden, uzun uzun birbirimizin yüzüne bakmadan, neden birbirimizi sevdiğimizi anlamadan, üşüyüp kötü türkiş indi grupları eşliğinde vakit geçirmeyeli, sevişirken morphine falan dinlemeyeli yüz yıl oldu o turuncu kızla. beni ona bağlayan osmanın ona verdiği pavement cd'si değildi, belki yüzyıl sonra beni büyümüş gören deniz' i ufak kafesinde görmemiz, feistin bizi mutlu etmesi, beni öpmesi olabilirdi. ya da babamın yakın arkadaşı fırça bıyıklı has antakyalı mehmet ve ufacık tefecik halleriydi. evet öyleydi, bir de koynundaki gül memeler turunç olmuş kokuyordu... şimdi bile ne zaman taksimde yürürken turuncu saçlı bir kız görsem sırtında çantalı, takış şekli onu andırdığında, bazen tekrar yanımda olmasını isterim öylece.

bu hayatta en sevdiğim reçel gibiydi merih. ne zaman biraz sıkışsak ufak bir alanda, ağzıma bir parmak çalıyorlardı sanki ondan. damağımda kalıyordu; keyfim yerine geliyor, insanlarla iddalara giresim, kavga çıkartasım ya da murakami okuyasım geliyordu. sonra bunları babama anlattım, bana "e tabii aranızdaki şey birazcık aynı gelenekten gelen ailelerden olmanızla alakalı dedi" ama şimdi hiç konuşamıyoruz bi süredir babamla...

allahtan babam hala sağ, gerçi metininki de sekiz gün evvel vefat etti. dün indik cihangire en ucuz sirkeleri yudumlayıp konuşuyorduk metinle. eloğlu değil, basbayağı dost'tur metin. naciyede gözü yoktur. benim ise gözüm bazen çimleri arşınlamış, o yere kaydı. saç yemek üzerine dibe vurup vurup yükselir, bodler gibi hisseder hissetmez ardından ayşemayşeyi arayıp yolda kendimi normal hayata adapte ettiğim o zamanları düşündüm. şimdiyse, üst komşunun çocuklarının gürültüsünden kurtulunca kitap okuyarak gerçek hayata adepte oluyorum sanırım.

"alo, naber? naaptın bugün?"

"hiç sınav hazırlıkları işte, dersane şu bu. sen?"

"hiç bende arkadaşın yanındaydım. içtik biraz. beni özledin mi? "

"evet.. eve gelmene de az kaldı. ne getiriceksin bana?"

belki de tüm konuşmayı, tüm o günleri hatırlamamın en büyük sebebi, telefondaki kız istanbula geldiğinde her şeyin bambaşka olacağını, istersem fıredrik vays' ın üzerinden smaç bile vurabileceğimi, istersem hegel' i bile anlayabileceğimi, şutumu düzeltebileceğimi düşünmem falandı... yani her şey inanılmaz ötesi daha iyi olacağını bilmemdi. oluyodu da.. ikimiz yanyanken meyve tabağındaki en pahalı meyve gibi ya da karvır öykülerindeki nadir kazanabilen adamlar gibi hissediyordum kendimi. son kalmıştım ya da ömrüm gitgide uzuyordu. en güzel filmler benim için vardı. hava benim için tatlı tatlı merihi estiriyor, sıcak yakmıyordu. ama telefon yüzüme yapıştığında sıcak oluyordu.

bu rutin güzel günlerin geçtiği zamanlar, sakin' in dağıldığı zamanlardı, biz o sırada merih' in güzel odasında oturmuş spotify'den müzik dinleyerek onun boynunu yiyorduk, biliyodum o da beni bi şekilde seviyordu, ama en sonunda iki kişinin arasında kalmışlık; vicdan, muhasebe, muhakkeme veyahut merihin içindeki mukaddes hanım teyze kendini gösterdi. kocamandı. boş bulunup bir şeyler söyleyince yatağından kovdu. sarılmadı bile o gece. hayatımda hiç bu kadar rahatsız hissetmemiştim.

sabah oldu, evime döndüm, trt binasının arasından geçerken en iyi dostlarımdan seda'yı aradım, seda ya danıştım. bir ton küfür yediğimde, bu içersinde bulunduğum geçen günlerin, gecelerin bir şekilde "hayat" diye bişeyi oluşturduğunu, bu "hayat" denen şeyin böyle yaşanmayacağını falan öğrendim seda'dan. ama ip kaçmıştı elimden, merih.

eve döndüm, bir kaç gün sonra mezuniyet konuşması vardı ayşemayşenin. ve hiç bişey yazmadığından uzun uzun konuştuk. vantilatör belime belime vurdu. hiç adil değildi, internette konuştuğum insanı beklemem gerekiyordu, halbuki download'ları bile bekleyemiyordum.


neyse işte, bu merih'i hepiniz bir gün tanırsınız. benim de oturmaktan kıçım uyuşur. eğer ben o yaz merih' i tanımasaydım, muhtemelen dünyada hiç "solcu bıyıklı amca" kalmama ihtimali yüzünden şu ana kadar hiç tanışamazdık. roni margiüles bile ölürdü... ama elbet tanışacaktık. çünkü mehmet' in eline doğmuştu merih. mehmet babamın en iyi arkadaşlarındandı ve türk kahvesi en güzel onun mekanında galatasaray maçı izlerken keyif veriyordu.

11 Nisan 2012 Çarşamba

bu gün geride kalmış olabilir, fakat gece daha yeni başlıyor hadi istek başına





sırtımı doblo' nun hafif yumuşak koltuğuna yaslayıp, "herkes tam" olduğunda kapıyı kapatınca memurlar, kalorifer sıcağıyla beraber her şey en içerdekinden az biraz daha iyi hale geldi. en azından "beton çeker" ya da "memur bey çiş" gibi bir yerde değil, herkese yerin olduğu bir ekip otosundaydık, slowturk çalıyordu ve "bekleme yapma ticari" diyen memurun sesini içerden ilk defa duyuyor, şehre bir soldan kırmızı, bir sağdan mavi yayıyorduk. mavi fulya, kırmızı ıhlamurdere, mavi eski evim.. oradaydım.. ve en güzeli bütün gece boyunca bir kaç eski dönem sezen aksu şarkısı çalarken, içeri ilk adımımı attığımda oradaki iki adamla, üç ettiğimizi o adamların ilk hallerinin down by law'daki john lurie ile tom waits gibi olduğunu hatırladım. her şey en kahperengi.

adli fotoğrafım pek afili olmadı ama canon 500d yi kullanmak konusundaki inceliklerden konuştuk memur ile. garip olan, sabah on' a kadar tutulacak biri olsam da, gecenin dördünde ayağımdaki bağcıksız ayakkabılarla (çünkü kendimi içerde boğmamdan korkuyorlarmış) olay yeri incelemeye gitsem de, ve yol boyunca memurların "nisan geldi hala hava..." tadındaki sıçık geyiklerini dinlesem de; bütün gün boyunca "iyki yaptım bunu lan, rahatladım oh" gibi hissettim ve duvara bir şeyler yazdım. en önemlisi de içerdeki beş adamın arasında, suçu en ağır olan ve en ufak olan bendim.


[...]
çetin eski dostum ve eski evimde uzun brunchlarımın ekürisidir. morphine dinleyip, esrarengiz bay kartaloğlu yazıları okuduğumuz epey gün olmuştur. sonra işte, hayat devam etti. doktorayı bitirdi, ben okulu bıraktım. kıtalar her yıl birbirine bilmemkaç santim yaklaşmaya, vudi elın yeni film çekmeye, cüneyt özdemir haftada yazdıgı yazıların ortalama %70inde başlangıçta "başbakan" demeye devam etti. ve aslında bu sırada başka hiç bir şey olmadı.

bi kaç gün evvel alpleri izledik. yorgosun ilk filmi kinodontası da beraber izlemiştik çetinle. ve epey sevmiştik ve ben epey sonra fark ettim, ben küçükken evin içinde uçan balonu tavanda unuturdum. ama bunu bir filmde kullanmadan evvel, tırnaklarını yiyen adamları koymalıydım. lakin ben sinemadan vazgeçtiğim günlerde, tırnak yiyen bi sürü karakter olmuştu sinemada. neyse en azından babam hala sağ.

ardından aksanatta, esrarengiz bay kartaloğlu ile kontempırori ile alakalı az muhabbet edip aşağıya bez çanta almaya inmiştim ki, iksvde çalışan eski sevgilimsi o insan dürttü. "bana festival için gönüllü bul" dedi, nesli hala çok güzeldi. akça pakça bir yüzü, konuşurken leziz şekillere giren rujsuz ama kızılcık dudakları, göstermek istediğinde, mermerşahi bir bez parçası ile bile ortaya çıkartabileceği ideal memeleri vardı. hep vardı yani bunlar, bir de kışın dırdırı, beraberken yanında köpüklü ve alkol kokulu işediğimde dahi kendimi yanında pis/yetersiz hissettiğim kibri de hala var.dı. içeri girdim, konuştuk; en sevdiğim yönetmenlerden olan brillante mendoza' nın geleceğini söyledi, işi ayşemayşeye ayarladım ki bu aslında, bir sene evvelki festivalle alakalıydı. çünkü aslında ikibinonbirde de hava çok soğuktu. yine yaşça büyüklerin "bu zamanlar yaz gelirdi, küresel ısınma ama hala..." diyerek dert yandığı günlerden otobüsleri, dolmuşları ve sokakları yaşıyorduk. sofia coppola' nın yeni filmi gelcekti ve eve gitmeyi beklediğimiz bir vakitte, yanında betty blue gibi kocaman bir çanta ile gelmişti ayşemayşe. sonradan anladım, bizde kalacaktık bir süre. çünkü okul tatildi ve aileler bilmiyordu; biz ise msn in facebookun en sevinçli smileyleri gibiydik.ve ayşemayşe festival gönüllüsü olacaktı. istiyordu.

akşam oldu, ayşemayşe siyah saten geceliğini, jartiyerini giymiş, muhteşem varlığını hissettirerek cascavlak bacakları ve topkuklularıyla hemencecik önüne geçmişti şarkıların... ama yine de  bazen böyle zamanları düşündükçe rape me' dinleyip bütün gece hasetimden otuzbir çekesim geliyor. ilk defa o gün bileğimde yaza ait olmayan kışın soğuğu kelepçedendi. ve hiç soğuktan buz kesmiş ayakların sevişirken dizlere değdiğinde yarattığı vicdan muhasebesi gibi değildi. ona ait olmak ya da olmamak. hatta daha çok olmamak bu gün. güneş kendini göstermezken hemde.

[...]


sabah oldu, az uyumanın değil de, "kalk gidiyoruz" uyandırılmasının huysuzluğu vardı üzerimde. barodan birilerinin aramasıyla başkomserden kahve bile isteyebiliyordum çünkü annem gözünü korkutmuştu. iyice açığa çıkıyordu kodes insanı olmadığım, tabii gizlice soktuğum kalem ve kağıttan kodese bir daha illaki tekrar girebilecek potansiyelimin olduğunu, okuldan kovulmam, üniversiteyi neredeyse bırakmamdan yola çıkarak kafamda canlandırabiliyordum. ve hiç bir şey, bu dünyada kinatay kadar sevdiğim öteki film olan bir zamanlar anadolu' dada ki gibi gelmiyordu. çünkü hayat falan filandı.

sonra adliyeye gittik, avukatım çok kral adamdı, sigaramı yaktı, iki fırt aldım polis içeri sokmak istedi. o an fark etmedi ama ayağına bastım sinirden, ardından "dur yaaa" diyince bir kaç saniye daha bekledik. gergindim. gerçi içerdeki bazı kelimeleri aquapark' a gitmiş gibi yabancı karşılasam da, annemin işleri hep böyle yerlerdeydi ve korkmama gerek yoktu. biliyordum, burası okul formasıyla beklediğimiz o günler gibiydi temelde. kardeşimi düşündüm, yaza az kaldığını, güneş gözlüklerimi, marsilyayı düşünüyordum ki tam o an ayşemayşe beni basmışcasına geldi. yanında sinem vardı, ikisine zafer işareti yaptığımda coni keşi oynayan joain finiks ve cim morisını oynayan val kilmır dışında aklıma kimse gelmez olmuş, elimdeki kelepçeler canımı yakıyordu ki bir de kafamda körtkobeyn in de filmi yapılsa lestdeysten ziyade kimin oynayacağını düşündüm ve karar veremedim...geri yüzüne baktım,  bana siniri yüzünden belliydi. ama vaktince ona yeterli zamanı veremediğimden ve galiba ondan evvel "sen tolgayı sev, benden daha kaygısız, benden daha dertsiz olursunuz" dediğimden midir nedir tolgayı seviyordu artık. where did you sleep last night gibiyiz. o yüzden hiç bi şey artık öteki kelepçelerin soğukluğu ve air eşliğinde değildi. bu kelepçeler varsa genelde türkçe pop çalıyordu... ve ayşemayşenin çağlayan adliyesinin parlayan karolarından görebilirsem bakabilirdim bacakarasına.. ki istemiyordum.


mahkeme salonu ne antakyadaki gibi, ne to kill mockingbirddeki gibi ne de stvdeki gereği düşünüldü'deki gibiydi. çağlayan adliyesiydi burası. epey büyük... beraat ettirildiğimde dışarı çıkarken kemersizlikten götümden düşen pantolonum ve sırtıma attığım ceketim ile ayşemayşeye baktım, yalandan özür diledim, polisten eşyalarımı aldım ve muratla ve karara sevinen diğer kodes arkadaşlarımla sarılıp helalleşip vedalaştım, döndüm arkamı "venayvız cısta beybi maymadır toldmi saan olveyzbie guudboy donevır pıley vid gaaan" diye şarkı söyleye söyleye adliyeden uzaklaştım. insanlar bana azıcık gülüyorlardı.


haa bu arada, eve gelir gelmez güzel memeli sevgilim beni terk etti. eve döndüğümde görüşmek istedi, simitsarayına gittik, çeşmesuyundan iğrenç bir sade türkkahvesi yudumlarken "ben sana aşık olmak, seni değiştirmeye çalışmayı denemek istemiyorum" dedi ve hesabı ödemeden gitti.

1 Nisan 2012 Pazar

Rufusu stüdyoda bastık


bu hayatta en çok taklidini yaptığım üç insan; birisi dedem, diğeri rufus wainwright ve en sonuncusu da basket oynadığım zamanlarda iverson'dı. arada muz yiyerek temizlikçinin odamda unuttuğu paspas ile joy division jogger'lık yapmış olabilirim ama,onu geçelim. neyse taklit olayının bitmesi, sakatlanıp basketboldan uzaklaşmam, dedemin ölmesi, taklidini yapmanın üzücü bir olay haline gelmesi ve artık kimseye dönüp "laykarmaniiii... o maygat dizizleonırdkohın" demememle paralel olabilir. ya da çok ciddi bi insan olmuşumdur.

oha hüznün dibine vurdum. "i'm going to a town that has already been burned down" kısımları da kenar süsüm olsun.

neyse rufus evladı yeni albümü için mark ronson ile çalışmış. şimdi tutupta mark ronson' ın benim için yerini anlatmaya başlasam, sanarsınız ki bu blogu yazan adele ya da amy winehouse. amma lakinki öyle değil, şurda annelere perde asan adamın hasıyım.

video burada;




yine ronson' ın parmakları değmiş, şu oğlanı morrissey halinden çıkartıp biraz daha esaslı delikanlı gibimsi gibimsi yapmış bile olabilir. eğer öyle değilse de orkestral müziğin dünyayı ele geçirmeyeceği bir 2012 olcak yine. ronson denemiş olacak ama olmayacak... klipte de helena bonham carter var.

bir de ronson'dan koyayım, prodüktörlere inanınız.