31 Temmuz 2012 Salı

oluyor öyle şeyler vol bilmemkaç

insanlar kendi kendilerine yetebiliyorlar buna eminim. mesele yine de, ısrarla, hırsla, mahallelinin el atmasıyla falan kalpsizce yatağa gelince ne oluyor hala anlamıyorum. çünkü dicle' yi hayatım boyunca kabullenemedim. çekici değildi, güzel memeleri vardı fakat sadece o kadardı. onun dışında beyaz çorap giyen, sürekli, telefonu seslideyken dahi elinde tutan kızın tekiydi... ne zaman onunla birlikte olsam, sabah kalktığımda, güzellik denen şeyin bana kendi koşullarını veya kurallarını dayattığını ve artık kadınlara karşı besleyemediğim kardeşlik, arkadaşlık duygusunu beslemem gerektiğini hissediyordum. dört başı mamur arap saçı.

evet neyse. sine ergün' ün iki öykü kitabı da canavar gibi gerçekten.

tı şits so fakin bold, ay kuld stir it vit a mol!

dün gecenin bi yarısı, merihle ne konuştuğumuzu, sonra şivayla nasıl buluştuğumuzu, ayağımın ucundaki bardağın neden kırık olduğunu, hangisinin gökhan hangisinin gürkan olduğunu, hangi ünlüye benzediğimi bir de marc ribot' nun basscısının türkiyede ne işinin olduğunu da hatırlamıyorum ve anlamıyorum.

keza anlamamak ile hatırlamamak arasındaki bu eş durumundan tayin tadındaki tatlı karmaşanın sıklıkla başıma ekşimesine rağmen; niye bu kadar içtiğimi, her içtiğimde deliler gibi ayyuka dinleyerek ordan oraya coştuğumu ve koştuğumu da ANLAMIYOR VE HATIRLAMIYORUM.

mekap vitçyuuu

bi adamın bana "kum fırtınası varsa, istediğin kadar parlak ol; görmezler" dediğini

aynı adama başka bi yerde "genellemeler iyidir, insanı konuşturur. herkes hikaye anlattığı için yalnızca 'iyimiş hacı' diyebiliyoruz. oysa 'en güzel renk mavidir' desem, sen karşılığı olarak 'hayır turanj' diyebilirsin" dediğimi

teyzeme "teyze param yok bana para yollasan ya" diye ağladığımı

dedemin "ağlamayana emzik yok" söylemini anımsadığımı



bir kadına "boşver bunları, zaten sende bir zaman geçtikten sonra çoluk çocuğa karışıp, onlara kızamadığın zamanlarda annen ya da babaannen gibi mutfak işi yapıp, gaipten bir ses gibi çocuklarına söyleneceksin" diyip terk ettiğimi

bir de queens of the stone age' i eskiden pek de sevmediğimi hatırlıyorum.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

unutur giderim

hayatım boyunca müzik ile hayatımın en net karşılaşması şu yargıda vardı:

"hayatı falan anlayamadığım sürece en sevdiğim 10 tom waits şarkısı hep değişecektir"

ne zaman hayatımda "loop" olan bi tom waits şarkısı olsa, sanki o şarkı 10 yıl falan evvel değil de, iki buçuk dakika önce kahveyi taşırıp ocağı mahfetmem üzerine ya da terliksiz ve bodoslama daldığım banyoda çoraplarımı ıslattığım bir misafirlik dalgınlığına yazılmış gibi yakın hissederim. bazen de the heart of saturday night' ı dinlerken, yanlış kopya çektiğim günler gelir aklıma. yanımdakinin kağıdına bakmayı dahi beceremedim, becerebilseydim zaten liseyi dışırdan bitirmeye gerek kalmazdı. o da eski anılara ithaftır. green grass' ı sevdiğim zaman hayatımdaki ilk sevgilimden ayrıldığım zamandır. ilk kez istanbul - antakya arası uçarken hold on çalıyodu. jockey full of bourbon' ın ilk hikayesi, amerikadan fötr şapka ile dönmem, ikincisi ise bir oturuşta koca bi tabak jim jarmusch yememe dayanıyordu. (o da "ben sinema okuycam lan sikerim" falana)
benim için bunların hiç biri tesadüf değildi. ama daha evvelleri yoktu.

tak, kendiliğnden başladılar, yumruk gibi olmak böyle bişey galiba.


zikerim hayatım iyi durumda.


en sevdiğim tom waits şarkısı şu aralar i'll be gone' dur. ölmeyi istemesem de, bu ara bu şarkı yüzünden,  dünya bir jöle kutusu gibi olmuş, sıcaktan hareketlerimiz yavaşlatmış gibi hissediyorum. fakat buna rağmen evimi yalnız taşıyabilirim. hatta diğer taşınanlara da yardım etmek istiyorum.

bu şarkıyı bana ilk defa galiba fırat dinletmişti. fıratı hiç sevmem. şarkıyı anlamamıştım zaten. mesela, ilk defa everything you can think'i de hala anlamıyorum. ama kesin zamanı geldiğinde o da vurur bi tarafıma...  bu arada fıratı seveni severim. hatta burak' ı epey severim.

velhasıl insanları kafalamak kadar kocaman bilen bi adam olmak en büyük gayem.

ben jacques rainier, tenten saçlarım çoktan beyazlamıştır.

bazı bazın, insanlar kendi hayatlarını yaşarken bi anda nasıl sükse yapabiliyor onu anlamaya çalışıyorum. bazen insanın birini bıçaklaması, tekme tokat allah ne verdiyse girişmesi, yürürken ayağının tam ortasına oruçlu sinirli teyzelerin basması, yılbaşı ikramiyesi gibi bir şey olabiliyor. kendi hayatımdan anladım gibi gibi. en azından yazıldım kursuna gibi gibin.

bu doğrultuda kadınların hiç biri, ama gerçekten hiç biri, bir erkek tarafından diktatör olamayacaklarına inandırılamıyor. ve o kadınlardaki anaç sevgi, saygı, "benimkızdançokerkekarkadaşımvardır" triplerinin yanında erkeklerde olmayan kardeşçe davranma yetilerinin de aşkınlığı dengesizliği daha da arttırıyor. ki kadınların çoğu, kişilikleri ve yaptıkları arasındaki mesafeyi harkulade kurabildiğinden olacak, erkeklerin bir kısmı, içten içe boks ringindeki öteki boksöre bakıyormuş hinliği besleyip duruyor. hayatta en büyük nükteleri ve hikayelerin sahibi büyük bir adam olmasam da, en nüktedanları dinleyip, izleyip, okuduğumdan sanırım yolumu biliyorum sanıyorum. fakat, sükse yapacak kötülüklerle mutluluğun rahatsız ediciliği yanyana gelince işler iyce garışıyor.

YORUMU BİRRRR!


damlasal saatler diye bir şey uydurduğum bi kaç gün, birine aşıkmış gibi yaptığım günler sayılabilinir. ona hissettiğim şeyi aslında bir kaç kitap kabına, yere öylece çıkartılmış iç çamaşırına ve "hacı bura serinmiş, zaten yılda bi geliriz" gibi samimiyet dolu bi yerin eksikliğine duyduğumu fark ettiğimde böyle şeyleri benim dışımda yapacak kişinin bu videodaki  çocuk olduğunu anladım.


şimdi bir kaç gün sonra hayatımızın en güzel günleri falan tadında, marşmellow süfer günler varmış gibi davranmaya devam edeceğim, atay' ın da dediği gibi güzer şeyrer birden bire orur.!