11 Mayıs 2012 Cuma

(her gece aynı sıkıntı) şimdi aslında bugün mü oldu yoksa yarın mı olacak?





az biraz yürüyünce aşağıdan dandun vuruyorlar. mutfağa girdiğimde içerisi haylayf ve küf karışımı bir şeyler kokuyor, her şey biraz daha ölmüş. gürsel ticaret' in verdiği 2012 takvimine bakıyorum, tarihleri aygünaygün yemişiz. plan da yapamıyorum, ki sayfayı yırtarsam, planlar yapamayan bir ezik gibi görünmekten korktuğum için sanırım sadece tarihlere bakıyorum öyle kalıyor... ki zaten hepsi daha da ölülemişler; gökyüzü falan gözüme çarptığında, eğer yakalayabilirsem tepede güneşi yine de anlıyorum ki aslında epey geçmiş oralardan da.. yaşlı ağaçları andırıyor gökyüzü ne zaman baksam.. sonra alıyorum kaşıkları abanıyoruz dondurmaya..

oğuz ile evimizin orta yerinde kocaman bir plazma var, ve plazmaya bağlı bir laptop. gerisi kan revan çer çöp... sözümona digiturk alacak, bütün "süper final" zırvalığını beraber izleyecektik ama kimse davranmadı... allahtan final four başladı. bilgisayarı bağlayıp tivibudan takip ediyoruz, gizli gizli spanoulis' i seviyoruz ama pana'lıyız ve barcelona sanki buraları ilk defa oynuyormuş gibi oynuyor. navarro ikişer üçer kaçırıyor, ivkovic' i takımını verimli kullandığı için hiç mi hiç sevmiyoruz. zaten o da pana'yı sevmez... takımımız da beklediğimiz gibi cska'ya elendi, sinan erdem' e de gidemedik üşengeçlikten. ama gaza geliyoruz "olm yarın basket" diye kanı kanıma, eli omzuma gidiyor. bu herifi epey seviyorum. hayatımı kurtardın diye geçiriyorum bir kez daha. sonra dondurmadan sıkılıp, pringles' lara, rakılara abanıyoruz. yine.

hayat bana bu sıralar memurlar gibi davransa da, arada güzel şeyler oluyor. bazen telefonda ayşemayşe ile kavga etmek, benden nefret etmesi "bütün ilişkimizin bitmesinin sebebi sensin" demesi, az biraz da olsa, belki de sırf peyotenin tuvaletinde bana oral seks yaptığı için cansu' ya şirinlik yapmak ve duygu ile zor zamanlarımızı paylaşmak bana kendimi canlı hissettiriyor.. bir de oğuz ile oturup nba play off'larını izlemek ve hisarüstündeki en iyi fadeaway' ci olmam da epey takdire şayan. bir de şimdi dergileri de aradan çıkartıyorum. her gün en az bi 15-20 dakkasını tekrar tekrar izlediğim oslo 31 ağustos altyazı'ya, anneler gününde adını anmak istemeyeceğimiz anneler listesi de bant' a. melikşah bana atarlı galiba. oslo 31 ağustos, izleyip ağladığım tek filmdir.

bu arada gezegende spurs inanılmaz gidiyor. hele üçlük yüzdemiz içsahada inanılmazdı. üstüne bir de memphis clippers serisi uzadıkça uzuyor, bizim çocuklar zaten yaşlı, bol bol dinleniyor... oğuzun new york' u ise çoktan miami'ye havlu attı, bir de baron davis sakatlandı ki, feci pozisyon. nba live serilerinde en sevdiğim guardlardan bu adam artık büyük ihtimalle yok artık. boğaziçi civarındaki arkadaşlarım artıyor, benimle basket oynamayı seven insanlar olduklarını sanıyorum. memleketlim alkor ile arada görüşüyoruz. bana anlattığı bazı şeyleri dinlerken ona baktığımda bazen ajdar'ı tvde popstar'da ilk defa izlemiş gibi hissetsem de, gevezelik yaptıkça, sıkıntım geçiyor. ki olaysız olaysız evlere dağılıyoruz. gözlüklerim gıcır gıcır, gömleklerim her daim ütülü. giyim konusunda idolümün mark ronson olduğuna karar verdim. sağolsun ayşemayşe.. sahada ise liseli kendimim. yine...

hatta sahaya çıkınca bazen çok hırslı oluyorum onu fark ettim. hele karşımda streetball tribine girmiş adamlar olunca salon basketbolunun pis adamı oluyorum. bizimki gibi ülkelerde salon basketbolu streetball'dan daha serttir çünkü streetball' ı oynayanlar genelde zengin çocuklarıdır, paran yoksa lisede klübe girmen gerekir basketbol için. klasik. salon basketbolu ayrıca bir sinirbozum durumudur. karşındaki adamlara karşı belli kurallar içinde davranıldığından genelde kendi kendini kontrol etmen de gerekir, streetball'da istediğin zaman adam dövme özgürlüğü var diye sanırım herkes birbirine papatya gibi davranır durur. basketbolda arzunun karanlık nesnesi... ayar durumlar... ki bi de savunma oyunları yoktur streetball'da temas vardır. bende epey güzel baldıra okkalı diz atar denge bozarım, turnikeye çıkarken dizi dirseği kaldırırım, denge bozarım. yaparım da yaparım. ah bir de arada dikkatim dağılmasa... dikkatim dağılınca şu animelerdeki gibi oluyorum. sanki herşey duruyor.

bu ara yine metin eloğluladım. oğuz tansel' e mektuplarını yayınlamış yky bir solukta okudum. keşke sinemacı olarak tek yapcağım iş metin eloğlu' nun hayatını falan çekmek olsa. bakın tekrar söyleyeyim, metin eloğlu ne ece ayhan ne cemal süreya ne turgut uyar'dır. flaneur'dür. bi tek o'dur bunun orjinali türkiyede. şiir yazmaz, kalbi şişer, o da acısını dindirir. ece, turgut, cemal' in işi gibidir. bunların arayınca şıp diye bulacağın en az yüztane berbat şiiri vardır. resmi ideolojiye hizmet.. metin' in askerliği bile beş yıl sürmüştür. adam bildiğin askerliği yakıyor arada... asıl metini de ekiyorum nicedir. yaklaşık on gündür tek yaptığım sabaha kadar izlemek ve okumak ve lastfmdeki müzisyen sayfalarına sarhoş olup uzun şeyler yazmak... yaşadığımı anladım çünkü: oğuz ile saatlerce geyik yapabiliyoruz. en iyisi de o, hiç bişeyin zorla olması gerekmiyor. ne yalan söyleyim herşeyimi de o karşılıyor aslında.

şimdi farkettim de, amma naifleşmişim. hayattan korkuyorum gibi. gerçi insanın en güzeli kendi dizinin dibinde yaşayanı galiba. bakınca görünüyor zaten millet zaten bir yol tutturmuş gidiyor. kimi otuzbir çekiyor, kimi yakın gözlükleri takacak kadar büyük, kimi yeni sevgilisine aşık. olmayacak şeyler değil, olmayacak şeyler hiç olmuyor zaten özünde.

kısacası, uzaktan iyi giyiniyor, iyi şut sokuyor, sahada dövüşüyor, çok okuyor, istediği yere yazıyor, istediği karıya çakıyor, üçlüğünü ve almancasını geliştirse iyi olur bi insanım.

ama yakından nasılım o konuda epey sıkıntı. hiç girme...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder