11 Nisan 2012 Çarşamba

bu gün geride kalmış olabilir, fakat gece daha yeni başlıyor hadi istek başına





sırtımı doblo' nun hafif yumuşak koltuğuna yaslayıp, "herkes tam" olduğunda kapıyı kapatınca memurlar, kalorifer sıcağıyla beraber her şey en içerdekinden az biraz daha iyi hale geldi. en azından "beton çeker" ya da "memur bey çiş" gibi bir yerde değil, herkese yerin olduğu bir ekip otosundaydık, slowturk çalıyordu ve "bekleme yapma ticari" diyen memurun sesini içerden ilk defa duyuyor, şehre bir soldan kırmızı, bir sağdan mavi yayıyorduk. mavi fulya, kırmızı ıhlamurdere, mavi eski evim.. oradaydım.. ve en güzeli bütün gece boyunca bir kaç eski dönem sezen aksu şarkısı çalarken, içeri ilk adımımı attığımda oradaki iki adamla, üç ettiğimizi o adamların ilk hallerinin down by law'daki john lurie ile tom waits gibi olduğunu hatırladım. her şey en kahperengi.

adli fotoğrafım pek afili olmadı ama canon 500d yi kullanmak konusundaki inceliklerden konuştuk memur ile. garip olan, sabah on' a kadar tutulacak biri olsam da, gecenin dördünde ayağımdaki bağcıksız ayakkabılarla (çünkü kendimi içerde boğmamdan korkuyorlarmış) olay yeri incelemeye gitsem de, ve yol boyunca memurların "nisan geldi hala hava..." tadındaki sıçık geyiklerini dinlesem de; bütün gün boyunca "iyki yaptım bunu lan, rahatladım oh" gibi hissettim ve duvara bir şeyler yazdım. en önemlisi de içerdeki beş adamın arasında, suçu en ağır olan ve en ufak olan bendim.


[...]
çetin eski dostum ve eski evimde uzun brunchlarımın ekürisidir. morphine dinleyip, esrarengiz bay kartaloğlu yazıları okuduğumuz epey gün olmuştur. sonra işte, hayat devam etti. doktorayı bitirdi, ben okulu bıraktım. kıtalar her yıl birbirine bilmemkaç santim yaklaşmaya, vudi elın yeni film çekmeye, cüneyt özdemir haftada yazdıgı yazıların ortalama %70inde başlangıçta "başbakan" demeye devam etti. ve aslında bu sırada başka hiç bir şey olmadı.

bi kaç gün evvel alpleri izledik. yorgosun ilk filmi kinodontası da beraber izlemiştik çetinle. ve epey sevmiştik ve ben epey sonra fark ettim, ben küçükken evin içinde uçan balonu tavanda unuturdum. ama bunu bir filmde kullanmadan evvel, tırnaklarını yiyen adamları koymalıydım. lakin ben sinemadan vazgeçtiğim günlerde, tırnak yiyen bi sürü karakter olmuştu sinemada. neyse en azından babam hala sağ.

ardından aksanatta, esrarengiz bay kartaloğlu ile kontempırori ile alakalı az muhabbet edip aşağıya bez çanta almaya inmiştim ki, iksvde çalışan eski sevgilimsi o insan dürttü. "bana festival için gönüllü bul" dedi, nesli hala çok güzeldi. akça pakça bir yüzü, konuşurken leziz şekillere giren rujsuz ama kızılcık dudakları, göstermek istediğinde, mermerşahi bir bez parçası ile bile ortaya çıkartabileceği ideal memeleri vardı. hep vardı yani bunlar, bir de kışın dırdırı, beraberken yanında köpüklü ve alkol kokulu işediğimde dahi kendimi yanında pis/yetersiz hissettiğim kibri de hala var.dı. içeri girdim, konuştuk; en sevdiğim yönetmenlerden olan brillante mendoza' nın geleceğini söyledi, işi ayşemayşeye ayarladım ki bu aslında, bir sene evvelki festivalle alakalıydı. çünkü aslında ikibinonbirde de hava çok soğuktu. yine yaşça büyüklerin "bu zamanlar yaz gelirdi, küresel ısınma ama hala..." diyerek dert yandığı günlerden otobüsleri, dolmuşları ve sokakları yaşıyorduk. sofia coppola' nın yeni filmi gelcekti ve eve gitmeyi beklediğimiz bir vakitte, yanında betty blue gibi kocaman bir çanta ile gelmişti ayşemayşe. sonradan anladım, bizde kalacaktık bir süre. çünkü okul tatildi ve aileler bilmiyordu; biz ise msn in facebookun en sevinçli smileyleri gibiydik.ve ayşemayşe festival gönüllüsü olacaktı. istiyordu.

akşam oldu, ayşemayşe siyah saten geceliğini, jartiyerini giymiş, muhteşem varlığını hissettirerek cascavlak bacakları ve topkuklularıyla hemencecik önüne geçmişti şarkıların... ama yine de  bazen böyle zamanları düşündükçe rape me' dinleyip bütün gece hasetimden otuzbir çekesim geliyor. ilk defa o gün bileğimde yaza ait olmayan kışın soğuğu kelepçedendi. ve hiç soğuktan buz kesmiş ayakların sevişirken dizlere değdiğinde yarattığı vicdan muhasebesi gibi değildi. ona ait olmak ya da olmamak. hatta daha çok olmamak bu gün. güneş kendini göstermezken hemde.

[...]


sabah oldu, az uyumanın değil de, "kalk gidiyoruz" uyandırılmasının huysuzluğu vardı üzerimde. barodan birilerinin aramasıyla başkomserden kahve bile isteyebiliyordum çünkü annem gözünü korkutmuştu. iyice açığa çıkıyordu kodes insanı olmadığım, tabii gizlice soktuğum kalem ve kağıttan kodese bir daha illaki tekrar girebilecek potansiyelimin olduğunu, okuldan kovulmam, üniversiteyi neredeyse bırakmamdan yola çıkarak kafamda canlandırabiliyordum. ve hiç bir şey, bu dünyada kinatay kadar sevdiğim öteki film olan bir zamanlar anadolu' dada ki gibi gelmiyordu. çünkü hayat falan filandı.

sonra adliyeye gittik, avukatım çok kral adamdı, sigaramı yaktı, iki fırt aldım polis içeri sokmak istedi. o an fark etmedi ama ayağına bastım sinirden, ardından "dur yaaa" diyince bir kaç saniye daha bekledik. gergindim. gerçi içerdeki bazı kelimeleri aquapark' a gitmiş gibi yabancı karşılasam da, annemin işleri hep böyle yerlerdeydi ve korkmama gerek yoktu. biliyordum, burası okul formasıyla beklediğimiz o günler gibiydi temelde. kardeşimi düşündüm, yaza az kaldığını, güneş gözlüklerimi, marsilyayı düşünüyordum ki tam o an ayşemayşe beni basmışcasına geldi. yanında sinem vardı, ikisine zafer işareti yaptığımda coni keşi oynayan joain finiks ve cim morisını oynayan val kilmır dışında aklıma kimse gelmez olmuş, elimdeki kelepçeler canımı yakıyordu ki bir de kafamda körtkobeyn in de filmi yapılsa lestdeysten ziyade kimin oynayacağını düşündüm ve karar veremedim...geri yüzüne baktım,  bana siniri yüzünden belliydi. ama vaktince ona yeterli zamanı veremediğimden ve galiba ondan evvel "sen tolgayı sev, benden daha kaygısız, benden daha dertsiz olursunuz" dediğimden midir nedir tolgayı seviyordu artık. where did you sleep last night gibiyiz. o yüzden hiç bi şey artık öteki kelepçelerin soğukluğu ve air eşliğinde değildi. bu kelepçeler varsa genelde türkçe pop çalıyordu... ve ayşemayşenin çağlayan adliyesinin parlayan karolarından görebilirsem bakabilirdim bacakarasına.. ki istemiyordum.


mahkeme salonu ne antakyadaki gibi, ne to kill mockingbirddeki gibi ne de stvdeki gereği düşünüldü'deki gibiydi. çağlayan adliyesiydi burası. epey büyük... beraat ettirildiğimde dışarı çıkarken kemersizlikten götümden düşen pantolonum ve sırtıma attığım ceketim ile ayşemayşeye baktım, yalandan özür diledim, polisten eşyalarımı aldım ve muratla ve karara sevinen diğer kodes arkadaşlarımla sarılıp helalleşip vedalaştım, döndüm arkamı "venayvız cısta beybi maymadır toldmi saan olveyzbie guudboy donevır pıley vid gaaan" diye şarkı söyleye söyleye adliyeden uzaklaştım. insanlar bana azıcık gülüyorlardı.


haa bu arada, eve gelir gelmez güzel memeli sevgilim beni terk etti. eve döndüğümde görüşmek istedi, simitsarayına gittik, çeşmesuyundan iğrenç bir sade türkkahvesi yudumlarken "ben sana aşık olmak, seni değiştirmeye çalışmayı denemek istemiyorum" dedi ve hesabı ödemeden gitti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder