17 Ağustos 2012 Cuma

kimin dölü la bu

ne saati biliyodum, ne güneşin durduğu yerden yaklaşık anlayabildim, ne de içerden gelen tv sesinde seda sayan' ın pepeliği vardı... insan uyandığı yerden saati ve yüzündeki yastık izlerini duyumsayamıyor.

ne var ki, hepimizin sabah karın ağrıları gibi yara izleri, yüzünü yıkarken lekeli aynaya manasız bakmaları, facebookta, twitter'da takip ettikleri  eski birilerinin varlığı olur. fakat gerçek kahvaltıya oturduğumda tv'deki şeylere bakıp, artık tv izlemediğimi; en son ne zaman tv'deki bişeyi izlemek için kendimi ayarladığımı düşünmemle alakalıdır hep.. sonuç hatırlayamamak hep. ortak hafıza=tv, kişisel hafıza=sosyal medya belki de...

yine de böyle zamanlarda kahvaltı masasında catal yerine kaşık ile oturmanın bile bir anarşisi oluyor. en azından çayı kupada içmenin babaannenin kafasını karıştırması bir gerçektir ve film olabilir.

ama derdim hiç bu olmadı.. jenerasyon çatışmasına emsal olan filmlerin en iyisi bence ken park'tır. orta batı ailelerinin sapına kadar rednek olduğunu anlatması filmin en güzel yanı. harmony korine' in taşaanı yiyim ben... değişen süper kahraman filmleri arasında ise batman hepsini döver. sonuçta seksenler ve doksanlarda dövüş sanatlarıyla büyülenen izleyici artık van damme' ın dövüştüğü ninja kılıklı kötülerle değil, kurgulanmış kötü bir düzen ile dövüştüğünün farkında. bunun için elimizde dizayn edilmiş güzel silahlar olmasına gerek yok, bir de öyle filmler var; artık dünya kurtarmak değil, allahı, kahinatı falan kullanmak gerekiyor; insanları tek atışta pantolonlarına yapışan küle çevirebilecek silahları geçin... ki ben ne zaman  batman' de tom hardy' i görsem aklıma nolan'ın bu işleri gerçekten mükemmel bir şekilde şu andaki dünyanın ahvalinden kurguladığını hissettim.  zaten gotham diye bir yer yok iken; orayı ortadoğunun savaşı haline getirip dışarıyla bağı kopartmak fikri epey mezku!
doğu hepimizin doğrusu ya da yalnışıdır. batı ise şu günün facebook'taki "belki" butonunun kararsızlığıdır zaten. ve aleks törnırın dünyası burasıdır, abi ver anahtarı park edeyim, sen de keyfine bak.

[...]

facebook'lu, sosyal medya'lı şeyler konusunda bu dünyada en tuttuğum iki nsan charlie brooker ve josh harris'dır yeri gelmişken bunu da anlatayım.. brooker' in  hiciv yeteneği kesinlikle broudliyard esk ya da zizekyen değildir. keza josh harris' in de öyle. bu dünyada bazı insanlar gerçekten sadece tavana bakarken ya da ergenken azar işitirken travmalardan sıyrılmak için bir yere odaklandıklarında düşündüklerini gerçekleştirmek için yaşar. bende bazen bu insan sayılabilirim. aileme bir yahudi gibi düşkünlüğümün yanı sıra, anneme olan materyalist nefretim beni her daim penisi ile beynim arasında bir kaç formdan oluşan olimpiyatlara zorlamıştır. bazen penis' de düşünür diyorum ve oidipalliğe selam çakıyorum. (ben kötü okunmuş froydyenlikten ve oğuz atayı keman ve piyano dramatizeliğine indirgeyenleri öldürmek için yaşamaya da varım aynı zamanda)


neyse charlie brooker' ın sosyal medya üzerinden yola çıkarak yazdığı black mirror dizisi de kesinlikle batman ile ilgili bahsetmeye çalıştığım kötü karakterler meselesinde bir tık ilerde. hatta abartıp zamanın ötesinde bir alegori bozumuna şaitlik ettiğimi bile iddaa edebilirim. özellikle national anthem kısmındaki "gerçek sıradan insan" ın tasviri olan sıradan kötümüzün meselesinin aslında ne olduğu değil, medyanın ve sosyal medyanın ahlak değerleri üzerine gitmesi brooker gibi düşünen benim için çok özel anlar. tv'de çıkan o ortak hafızayı bozan bir kötümüz vardı dizide. ve bunu yapmak için kitaplar dolusu şey okumamış muhtemelen...

yine de dizinin epikliğine yapabileceğim tek eleştiriyi şöyle anlatabilirim;
bir şarkı seversiniz, şarkı devam eder, son bir dakikasında outro' da ya da introsunda canınızı sıkan bir enstruman dizgisi olur. ama şarkının geri kalan kısmı sizi büyülemiştir. YETER DE ARTAR. DOYARSIN.

mesela öyle bir şarkı biliyorum:

the clientele - k tam olarak bu şarkı.. gerçi başı öyle ama. aynı şey. ya da belki babyshambles albion da öyledir.

ne diyordum unuttum. herneyse şuna gelicem

josh harris 'i biraz araştırın. meselenin özü o. belki televizyon ışığı, belki ışığın avizede kırılarak duvarlara gökkuşağı yansıtmasına bakarak eleştirilere ve travmalarına kulağını kapamış falan bi adam. pseudo' yu kurmuş. en iyi kaynak we live in public belgeselidir !


ben de keşke öyle olabilsem. küçükken bana bağırıp çağırdıklarında sürekli telefonumun tuş kilidi ile uğraşırdım. göz teması yapmaktan kaçınır, sonra sevgilimi arayıp; kendime mazlumu oynadığım başka bir facia kurgular onu anlatırdım. örnek vereyim dur kafan karışmasın; ne okuldan kovulduğumda fazilete, ne evde ot yakalattığımda ayşemayşeye asıl sorunu anlattım. ailem bana bağırırken kaçar dururdum, bazen yuda' ya bazen homeros' a bazen de işte duvardaki takvimdeki günleri hatırlamaya..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder